Dr.Halide AKINCI

Belki de herkes kaybettiği bir şeyi aradığı için sıla özlemi ağır basıyor. Ben de özlüyorum Varna’mı, saman sarısı kumlarını, kuru kumların ayaklarıma dolaşmasını, onları öpmek için sahile akan dalgaların bacaklarıma sarıldıkça yüreğimi serinlettiği anları, suyun tuzunu hissetmeden serinliğine bayılmayı ve denizin köpürmesini…

Biz, denizkızlarına abayı yakanlar azdan aza da olsa çekingen olurlar. Hele kız sarışınsa, hele mavi gözlüyse, hele uzun saçlar dalgalanırken yüzüne sarılıp “Lütfen kestirip atma bizi, seni sen yapan biziz, biz olmadan Deniz Kızına benzeyemezsin!” diye ısrar edişlerindeki güzellikler…

Siz renk karışımlarında güzel olanın en güzelinin nasıl doğduğunu görebilme imkânı yakalayabildiniz mi?  İzlenimlerimde en etkileyici olan ve belleğimde silinmeyen Kara denizin mavisi ile kız saçındaki saman sarısının karışımında beyaz dalga köpükleridir… Bunu böyle anlatmak kolaymış gibi de, doyumsuz olan, o etkilemenin doğurduğu duyguların harikalığını yaşayabilmektedir.

Daha önce de yazmıştım, ben Varna’nın en muktedir Türk ailelerinden birinin kızıyım. Annemin Bulgarcası akıcı ve güçlüdür. Bulgaristan Türkleri arasında Bulgaristan’da uzman öğrenimli ilk ebe olması ve bu işi yaşlı çarşaflı Türk ebe kadınların elinden çekip alarak bilimsel sıhhi temellere oturtmaya verdiği katkı fazlasıyla büyük olduğundan, karakterini, moralini, insan sevgisini ve asla hiçbir ayırım yapmadan herkese hoşgörülü yardım etme ahlakını oluşturan özelliklerdir. Ve bugün Varna Yüksek Tıp Enstitüsü Avrupa çapında gurur duyulan, aranan sorulan, bu arada Türkiye’den de yüzlerce gencin okuduğu  bir bilim kurumu durumuna geldiyse, bu işlerin temel harcında annem gibi fedakâr ebe ve hemşirelerin alın teri vardır. Bu durum, benim kimliğimi de etkilemiştir.

Hem güzel, hem sarışın, hem boylu poslu, hem gözü hep dışarıda bir Türk kızı olacaksın, Bulgar komşuların çocuklarından oluşan kızlı oğlanlı delişmen arkadaş grupla yamaçtaki yeşil çalılığın içinde kıvrılan dar patikadan koşa sıçraya ama sezdirmeden denize akıp güneşle denizin, ayaklarımıza sarılan altın kumlarla beyaz gül açmış dalgaların sevişmesinde taraf olmak, hiç de kolay değildi. Bu güzellikler ve sevgi cümbüşüne bir de martı sesleri karıştığında, bir yandan tablo bütün olurken, öte yandan evdekilerin yani annemle babamın her zamanki kayıplara karıştığımı fark edip etmedikleri endişesi içinde büyümeye başlıyordu. Yıllar sonra ben de anne olduğumda bu büyüyen endişenin aslında doğal bir sevgi ile korku karışımı olduğunu anladım.

Kimi defa sırtıma başıma, gözlerime ve ellerime yüklenebildiği kadar güneş enerjisi yüklenmiş ve sahildeki kovalaşmadan baygın bir halde eve döndüğümde işiteceğim ilk sitemleri kestirmeye çalışıyordum. Annem genelde  “aç ağzını bakayım!” diyordu. Sonra elleriyle alt çeneme hafiften dokunup boğazıma bir balık kaçmış da onu çıkaracakmış gibi ciddi ciddi bakıyordu. “Şükür yok bir şey” demesiyle onun tüm sıkıntıları hafiflerken, benim sırtımdaki yükün ağırlığı artmaya devam ediyordu.

Yıllar sonra, “anne neydi şu senin, aç ağzını bakayım!” falan icatların diye sordum. Gerçeğin hakiki yüzünü görünce gülmekten bayıldım.

Kitap okumayı çok seven biri olan annem, bir denizkızının bir korsanı kaçırmasını konu eden bir denizci öyküsünün güçlü tesiri altında kaldığını anlattı. Ne ki, olay bu değildi. Onu devamlı etkisi altında tutan denizkızları kimi defa sahile çıkıp kendilerinden güzel olan genç kızları birlikte yüzmeye davet ederek denizin derinliklerine çekip en zifiri karanlıklardaki inlerine götürdükleri ve orada kızların köpek dişlerinin büyüdüğü ve kısa dönemde hakiki denizkızı olduklarında erkekleri celbe dip yedikleri hayaliydi.

Annem beni Deniz Kızları’ndan daha güzel bulduğundan, evden çıkıp sözde kaybolduğum her an içindeki dehşet kükrüyormuş. Aslında yaramazlıklar serisinden olan hiçbir şey yapmadığımdan dolayı, eli ne kulağıma ne de enseme gitmediğinden, “oh, çok şükür,  geldin canım güzelim” demeye de dili dönmediği için, hemen “aç ağzını, bakayım!” diyordu.  Ağzımı boğazıma kaçan bir balığı aramak için değil, köpek dişlerimin büyüyüp büyümediğini görmek için açtırıyormuş…

Bu saçmalıkları işitince gülmekten kırıldım. Anneciğime öyle bir sarıldım ki, belki ona daha önce hiç bu kadar sıcak sarılmamıştım.  Annem, ömrü uzun olsun, sağdır, İstanbul’da oturuyor, en kötü günlerimizde “köpek dişlerim hala büyümedi anne” dediğimde, gülmekten kırılıp üzerindeki tüm stresi atıyor. Diş doktoru olmama vesile olan anneciğimdir. Söylemese de, hafızasının en derin yerlerinde gizlediği bir kutsal özlemde “tüm genç kızları Denizkızı olmaktan koruma arzusu olabilir.”

Erkek doğasının en büyük düşmanı Denizkızlarının emsalsiz güzelliğidir. Dünyadaki en büyük güç de güzelliktir. Annemin endişesi, korkuları gerekçesiz değilmiş meğer. Bizi Vatanımız olan Varna’dan, onun güzel ince sarı kumlu sahillerini, beyaz köpüklü ılıman denizini, yeşilliklere gömülmüş doğasını, dikili taşlarda yaşayan tarihini,  bütün insanlar ve doğa için adil ve eşit olan Güneşin olabilir ya birazcık özel lütfünü bırakıp, geri dönmemek üzere İstanbul’a gelmemizin temel nedeni oldu. Çünkü korkular birbirine kardeştir. Tüm öteki anneler gibi, benim anneciğim de kızının bir yandan denizkızları, öte yandan bize karşı sertleşen Bulgar devleti tarafından celbe dilip eritilmesinden, Türk öz suyunun değişmesinden korkuyordu. Evet, o da farklı güzelliklerin buketinin yaratılmasından yanaydı, ama eşek dikenleri demetinde gül olmayı kim ister?

Annemin bana bunları değişik sözlü örneklerle hep anlatmaya çalıştığını anımsadıkça, anne yüreği işte, benim örneğimde, onun için kızının başkalarına karışıp soy suyumuzun bunalmasından daha büyük endişenin belirleyici olduğunun farkındayım.  Anne uykusunu kaçıran, gecelerini kâbus eden bu olumsuzluklardı. İstanbul’da kendini güven ve huzur içinde hisseti. Beni gördükçe hep belli belirsiz gülümsedi. Bu tebessümü okuman için Akademi bitirmek gerekmiyordu. O, dualarında “kızım seni kurtardım, başka hiç bir şey istemem” dediğini, biliyorum. Onun Vatanda arayıp da bulamadığı o gönlünü dolduran,  tarifi zor, her bakıma bambaşka sıcaklığı hissederken, o korkuları yenme mutluluğunu yaşıyordu.

Annem Varna ile bağlarını kesmedi. Komşularımızla telefon görüşmelerini sürdürüyor. Geçen ay bizim oralarda büyük seller oldu. Mahallemiz su altında kalmıştı. Komşuların hepsini teker teker arası ve her birine geçmiş olsun dedi, 12 sel felaketi kurbanı yakınlarından tanıdıklarına da baş sağlığı diledi.

Son deva Varna’yı ziyaretimizde, arabamızla Balçığa uğradık. “Botanik Bahçe”de baharın ilk renklerini bir daha yaşamasını istedim. Tolbuh’in iline bağlı bu kıyı şehrindeki “Bitkiler Bahçesi” neredeyse 100 yaşında. Dünyanın dört bir yanından getirilip dikilen ve güneşin davetine uyarak değişik renklerde gonca açmış büyük sayıda çiçek. Düzenli şekilde dizilmişler. Memleketlerinden uzak olsalar da kendi aralarında tozlaşarak öbek öbek açmış.

Bitki dünyasında dikkatimi üzerlerine toplayan kaktüsler oldu. 50 yaşında ve 5 günlük dikenliler yan yana. İzninizle, “yavru” kaktüslere çok özel bir dikkatle baktım, hatta yanlarına çömeldiğimde gözlüklerimi taktım. Elimi uzattım ve henüz bitmiş olanlara hafiften dokundum. Dikenleri kirpi dikenlerinden sık olan bu bitkiler önce iğneli değil, üzerleri kadifesi yumuşaklıkla kaplı. Özel bir zarifliğe dokundum. O an öküzlerin de boynuzsuz doğduğunu, çocukların küfrü sonradan öğrendiğini vs. düşündüm. Olay bana ilginç geldi. Kaktüs önce ipeksi, zehirsiz. Yaşamaya yumuşaklıkla başlıyor. Git gide dikeri iğneleşirken, kalınlaştıkça zehirleri can yakıcı oluyor. Küçük kaktüs küçük dikenli, büyük kaktüs büyük dikenli, bu bir yaşam dengesi olabilir mi?

Aslında her şey sanki birbirine benziyor. Şu Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin 1990 Mayısı’nda Varna Açık Hava Tiyatrosunda yaptığı ilk seçim mitingini anımsadım. Güneşin ufka yöneldiği serinlikte bir akşam üzereydi. Kravatlı konuşmacıların sesi kadife gibi yumuşak ve renkliydi. Yıllar geçtikçe her şey değişti. Yıllar geçtikçe kadifesi sesler unutuldu, parti sustu ve kendi içine kapandı. İpek elyaflar diken, dikenler eşek dikeni, eşek dikenleri de zehirli kazık oldu ve halkımın bağrını yarıp parçaladı. Denizkızları örneğine dönersek güzellerin köpek dişleri çıktı. Önce “hak” ve “özgürlük” derken bizimkiler de dişsizdi. Son dönemde güzellik sunup hak ve özgürlüklerimizle beslenmeye başladılar. Vampirleştiler! Kaktüslerin büyük dikenleri kurban alıyor. Bitki bahçesi diken, denizlerde keskin köpekdişliler hâkimiyet kurdu.

Yanıtı aranan bir soru kaldı, mal canın yongasıysa, malsız mülksüz kalanlar yeni tip köleler midir?

O gün bu gün üzerinde en fazla düşündüğüm niyetle sonuç arasındaki gizemdir. Sözle iş, biçimle öz arasındaki çelişkiden karmaşık bir oluşum şu niyetle sonuç etkileşimi. Beklenen sonuç aynı kalsa bile, niyet değişiklik gördükçe, sonuç da kayıyor.

Kadifeden yumuşağım diye ortaya çıkan kaktüsçükten kadife ağıcı beklememiz doğaldır. Ne ki yeni günler eşek dikenlerini aratan kaktüs iğneleri ile sürpriz sunuyor. Niyetle sonuç dengesizdir. Sosyalizmde öyle olmadı mı?

İnsanın insana kardeşliği, iyi komşuluk ve hoşgörü ortamında enternasyonal beraberlikti.

Sonuçta totalitarizm hepimizi ezdi.  Niyetin değişmesi sonucu da değiştiriyor. HÖH partisini kendi haklarımız ve hürriyetimiz için kurduk, sonuçta başkalarına hizmet edip bizi eziyor.  Niyetle sonuç çatıştıkça halk aldatılıyor. Önce fark edip göremediğimiz içsel gizem herkesi ezmeye başlıyor. Bunu açıklayıp kötülüğü yok etmekse hem gayret hem de dehalık gerektiriyor. Düşmanı koynumuzda beslemişiz, yıllarca fark edemedik. Çünkü zekâ ışığını yönlendirmek için bir de akıl gerek. Tecrübeye dayanarak iyi ile kötüyü birinden ayıran akıldır.  Akıl da satılır ya da yolda bulunur bir şey değil. Aile ve okuldan başka ezilmişlikten süzülen bilinç ve irade de gerek.

Bu arada bir de rutinlik var. İnsanların günlük hayat alışkanlıkları çok etkilidir. Kötüyü iyi olarak kabul edenlerin fikrini değiştirmek zordur. Birçok yerde kör inat üstün gelir. Aklın oluşum ve biçimlenme yolları belirleyici olabilir. İnsanlar faklı zeka ile dünyaya gelip, farklı ortamlarda yetişmeleri de ortak değerlerin yerleşmesinde önemli engeldir.

Bizim hepimizin devamlı uyanık olan ve kendi kendini kontrol ederken eyleme geçiren bir iç dünyamız var. Annemin “ağzını aç” demesinde gizlenen niyet ve korkularını motive eden budur. Kadifeyi andıran kaktüs benim için beklentilerimi boşa çıkaran  karşılık oldu. Kaktüsten korunmaya devam edeceğim. HÖH partisinin tüm halkımızı aldatması ve olayların artık değişmez bir yanılgı rotası alması köklü karşı önlemler gerektiriyor. Kendi ellerimizle vicdanımızla bilincimizle çabalarımızla yarattığımız bir değeri ret etmemiz acı ve zor olabilir ama buna artık mecbur kalabiliriz.  Kötülüğün neresinden dönersen kardır, diyen atalarımız da bu gibi emsaller yaşamışa benziyor.

M.Ö. Çin Arap Savaşı’nda atalarımız ikiye bölünmüşler. İki taraftan biri galip gelecektir, muzaffer olan düşmanı kıyacaktır. Bu örnekte mağlup olan tarafta kalanların yok olmasını önceden kabul etmişler.

1072’de Malazgit’te kadar Bizans Ordularıyla giden Kıpçak Türkleri de durum değerlendirmesi yapıp Selçuklulara, Alpaslan Ordularına katılıp muzaffer oldular. Tarihimizde benzer örnekler çoktur. Hainlere ihanet kutsal sayılır….

1984’ten sonra bizde tutuklanmış ve işkence görmüş bir müşterim var. Bir defasında kendisini bekletmem gerekti. Söz arasında “siz ömrünüzün bir döneminde dişlerinizi çok sıkmışsınız ve damaklarınız deforme olmuş, dedim.

Ne oldu?” Diye sordum.

Tutuklandım ve çok işkence gördüm. Eziyet türlerinden birinde yüz üstü bir tahta üzerine yatırıldım. Sırtıma kum çuvalları yığdılar. Sırtımdaki çuvallar nefesimi versem bir daha nefes alma imkânım bulamayacağım kadar  ağırdı. Ve ben o zaman nefesimi kaçırmamak için dişlerimi sıktım. O izler olabilir.” dedi…

Hepimizin hayatı sıkıntılıydı.

Hayat, hep korku içinde, denizkızlarından, Bulgar toplumunda eriyip yok olmaktan korktukça,  kadife sanıp koynumuza aldığımız kaktüs zahirine feda olma endişesini yaşadıkça, sıkılıp ezildikçe bilinçlenme boyutlarına girdik diyebilirim. Ne zor değil mi? Ramazan günlerinde söyleyeceklerimin aptes bozacağını bile bile şu sözleri söylemeden edemeyeceğim. Yaratan bizi uyum yaratın, denklem kurun ve güle güle yaşayın diye yaratmışsa, ardından gelen düşmanlıklar neden? Hayatı çözdükçe güçleniyoruz. Birlik oldukça daha da güçleniyoruz.

Biz sahte ve yalan olanın, adaletsiz olanın korkuların yenik düştüğü  yeni bir dünya yaratmaya gidiyoruz.

İyi ramazanlar, hayırlı bayramlar.

Reklamlar