Dr.Nedim BİRİNCİ

Korku imparatorluğundan gelen Bulgar demokrasi, ürktü mü ne, bir kör noktaya saplanıp kaldı. Sağ sola bakınıp yeni yol bulsa ama o da yok. Bırak çok merkezliliği, iki kutuplu bile olamadı. Son dönemde sanki bütün sahne bomboş, dekor deliklerinden oyuncu kafası değil, artık yalnız eller çıkıyor. Bütün deliklerde sol ya da bütün deliklerden sağ el çıksa, kimin eli kimin cebinde anlayabilir misiniz. Yok anlayamazsınız.

Hem solcu hem sağcı olmak” çok zor olmalı. Belki bizim dışımızda “sol partili olup,” yürürken gözle görülmeyen, hep perde arkasında duran ve bu ismi yok cismi olmayanların isteğine uyup “uzmanlar hükümeti” kuran başka bir usta bulunamaz. Üstelik bu işe, kuruldu kurulalı “merkezdeyiz” diye övünen, ama hep seçmene sırt çevirip yine o bilinmeyenlerin isteğine göre uçup konan, Hak ve Özgürlükler Partisini bile dahil etmeyi başarırken, son yamanın son ipliğini “Ataka”cı faşistlerden alan, başka bir sihirbaz yoktur.

Ben çok tarih kitabı okudum, tarih dersi gördüm de, 25 milyon Sovyet vatandaşını Sibirya kamplarında öldürten Y.V. Stalin mi faşist, yoksa Alman toplama kamplarında 25 milyon Avrupalıyı öldürten A. Hitler mi faşist hala anlamış değilim.

Tarihin görülmeyen gerçek yüzünün gerçekten görülebilmesi için kaç yıl, kaç onar yıl ve kaç asır geçmesi gerek, bunu da bilmiyorum.

Amerikan Harward Üniversitesinden bir tarih araştırmacı ekibi birkaç yıl Orta Asya steplerini eşeledikten sonra, gaddarlığını Çengiz Aytmatov’un roman konusu yaptığı Timur Han, “nasıl oldu da bu denli hızlı büyüdü,” sorusuna yanıt bulmuşlar. Buluşları ilk bakışta basitin basitidir. Yazdıklarına göre, topal imparatorun tahta çıktığında Orta Asya bozkırlarına yıllarca çok rahmet düşmüş, çayırlar meralar otla dolup taşmış, at sürülerini çoğaldıkça çoğalmıştır. Savaşlarda esir düşen kız ve kadınlar öldürülmeyip cephe ardına yerleştirerek doğurdukları çocuklardan acımasız ordular yetiştirmişler. Yani bundan yarım milenyumdan fazla bir zaman önce istila orduları kurulmasında ve dünyanın ayakaltına alınmasında Tanrı’nın gönderdiği rahmetle esir kadınların doğurganlığı birleşip en önemli rol oynamıştır. Toplama kampları, giyotin ve insanları canlı canlı yakma şekli engizisyon daha sonraki çağlarda icat edilmiş olacak ki, Timur Han’ı anlatan kitaplarda bu sözler yok, kuşkusuz “faşist” sözü de yok, çünkü Almanlar Orta Asya’yı çok daha sonraları bulabildi.

Şimdi bu Amerikan bilim adamları her yerde her şeyi eşeleyip yeni doğanın doğma, yok olanın da yok olma nedenini araştırdıklarına göre, bizim batağa saplanmış politikayı da bize daha anlaşılır bir şekilde neden anlatmıyorlar, diye düşünüyorum. Bir defa batağa düşen ömür boyu çıkamaz deyenler, “debelendikçe batarsınız” mı demek istediler acaba?!

Şu Amerikan parti simgeleri biri “eşek” öteki de “fil” olduğundan çağrışım uyandırdı. Bizde eşek sözü hakarete kaçtığından, parti sembolü olarak eşek olmaz, aslında filer de bizim ahırlara sığmayacağından, onları koyacak yer bulamayız, fakat biri “katır”, öteki de “manda” olsa! Nasıl olur? Eşeğe duran at, bula bula bunu mu buldun, yaptığın iş, iş mi?,  demelerinden çekindiğinden olacak, at soyunun şerefini korumak için, katır doğurdu. Katır olur aslında, bizim halk katırı tutar, zaten herkesin elinde avucunda bir katır yularından ve iki boş heybeden başka ne kaldı ki? Bir de şu katır, aslında her iki Bulgar partisine de münasiptir, çünkü katırın soyu katırdan öte gitmez. Hem BSP’ye hem de GERB partisine “katır” sembolü uygun, ama dağları bekleyen, şu eski komünistlerin dip akıntısı hareketlenir korkusu var ya, sürünmeye bir başlarsa kim kalır kim gider hesaplarını yapacak matematikçi hala anasından doğmadı. Ondan ikisine de aynı sembol olmaz noktasında durduk.

Manda olur olmasına da, bizde yeni ve daha derin bataklık sorunu çıkar mı diye düşünüyorum! Şu manda fikri, daha önce, yani bir 5-6 yıl önce, HÖH – DPS Tarım Bakanlarından birinin aklına gelmişti. Devin Balkanında kuzu çevirmeleri kızartılırken üzerine yağ yerine bal sürülür. Ballı toklu etini fazla kaçıran bakan çımkırdığında, etraf bütün bataklık olursa ne yaparım diye düşünmüş olacak, köylülere size manda getirsem, mandaya bakar mısınız demişti. Köylüler bizim buralar çok yağışlıktır ama batak olmaz, mandalar güçlü kuvvetli hayvanlar, kaşınırken çamları devirmesin, demekle yetinmişlerdi. Bu iş, o zaman öylece kala kaldı. Bir daha açılmadı, çünkü bakan da Sofya’ya döndüğünde doğrudan hastaneye girdi ve bir daha Devin’e uğramadı. Konu yıllarca açılmadı.

Bu pazar HÖH Genel Başkanı L. Mestan, 3 bakan ve bir bölük köfteci milletvekiliyle Baş Müftü Mustafa Hacı’yı da yanına alarak, bölgenin esas Türk köylerinden olan Barutin’e, “zulmü anarak unutma” mitingine katıldı. Dualar edildi. Sonunda köylülere ekmek arası 1200 köfte dağıtıldı. Köylüler “kıyması karışıktır” deyip pek uzanmadılar. Olacak iş değil, şu halkımızın ballı çevirme ve memleketi baştanbaşa bataklık haline getirme hayali hala tamamen kurumamışken, şu “karışık kıymalı köfte” âdeti nereden çıktı, bir türlü anlayamadım. İnsanımız şu ekmek arası sözüne de bir türlü alışamadı. Geçerli olan “ekmeği bulan arasına bakmaz” sözü olduğundan olabilir. Yenilikçidir insanımız, ama şöyle bazı şeyler cici bici paketlenmiş sunulunca, tedirgin oluveriyor. Unutamadıkları var ya, ondan olabilir.

Durum böyle mayalanırken, biz, sosyalist partiye, her isteğimize karşı çıkıp ayak dirediğinden ötürü, bilirsiniz dilimizde “katır inadı” değimi vardır, “katır” simgesini uygun bulsak! Boyko Borisov’un GERB partisine de 2000’li yıllarda Bulgar politik sahnesine çıkan en büyük siyasi oluşum olduğundan ve pek de hareketlenmeden yana olmadığından, hatta otu suyu göle getirseler batakta yatarken serinlemeye razı olduğundan dolayı “manda” simgesini yakıştırsak, kötü mü olur? Bir defa bal gibi olur ve bizim miller baka baka alışır.

Bu durumda, son zamanlarda, bir Sofya’da, bir Kırcaali’de, bir Barutin’de, bir Stanişev’le bir Borisovla olan Lütfi Mestan’a neyi uygun bulalım acaba? Aslında “çekirge” desek olur. Ama “çekirge” yanız Lütfi’ye diyebiliriz, çünkü devamlı sıçrayan o. Bak Ahmet’e “her taş yerinde ağırdır” atasözümüzü işiteli, Saray’dan çıkmıyor. Hak ve Özgürlükler kitlesi ise, “merkezci” olduğunu sandığından, “çekirge” lakabını yutmaz. Bizim insanımız “çekirge, bir sıçrar iki sıçrar, üçüncüde düşer” atasözünü bilir ve bu oyuna gelmez.

Lütfi’ye de başka bir şey icat etmek lazım aslında. Çünkü “araba devletten, benzin devletten” öteye beriye sıçramalar iyi de, şu halka hitap sorunu çözüm bekliyor. Demek istediğim, mecliste virgüllü noktalı Bulgarca  konuşman başka, halkla görüşürken Bulgar lehçen başka, halk dilin ile  virgüllü dilin farklı, Türkçen ise, ceza kesilecek düzeyde değil. Bizde buna “içi başka dışı başka” derler ki, halkın istediği “içi bir dışı bir” olandır. Gözünü seveyim, sen şu Bulgar’ın kıskanç bir millet olduğunu unutma, onların anadilini onlardan iyi konuşman hepsini sinir etti. Sana Sliven Balkan köylerinde kesilen 2 000 leva ceza, aslında “ana dilin Türkçeyi iyi öğren” cezasıydı. Boş bulundun, farkına varamadın. Seni izleyen ve Türk dilini bir edebiyat dili olarak en modern bir şekilde öğrenen arkadaşlar, çağdaş Türkçe sertifikalıdır, onlar bizim, senin benim, öz dilimizi bilmezler. Senin anandan nenenden öğrendiğin ev dilimizi hiç bilmezler. Bundan dolayı hiç biri vazifesi olan raporu yazamamıştır. Ne söylediğini anlayamayınca, daha büyük ve sorumlu arkadaşlar raporsuz kalmıştır.  “Ayağına basın” emri yukarıdandır. Nasıl bassınlar senin ayağına? Arabadan inmiyorsun! Hm bırak şu av ve balıkçılık işlerini, bir serencime kurban gidersin. Bir yerde pek durmuyorsun. Dikkat et!

Sen aslında Barutin’de az kala bir ceza daha yiyecektin. Ya sana ne lazım Kadriye Latifova’nın “Telgrafın telleri” türküsü? Telgraf mı kaldı? Her şey ve her yer “smart” iletişim. Bakıyorum da sen şu dokunmalılara geçememişsin, öğrenmek için zaman lazım tabii. Olmayınca olmaz. Zaten bir köpek bir av kovalar, sen zaten ikisinin birden peşindesin, bir Boyko, bir Stanışev derken, boşa zaman tüketiyorsun. İl günde söylendi sana. Bizde iki kutuplu politika oluşamadı, kimin kim olduğu pek  belli değil.

Aslında, Boyko Borisov bir itfaiyeci olarak Komünist Partisi’ne genç istidatlı kadro olarak alınmıştı. Doğru konuşalım gelişmesi ve olgunlaşması biraz “yavaş çekim” olsa da, artık koruması olduğu Todor Jivkov’un halkla iletişimde kullandığı köylü dili özellikleri kursunu başarılı bitirdiği belli oluyor. Kekelemeli okurken, hele bazı rapor okumada çok zorlanan, ama halk beniz cahil sanmasın diye sayfaları büyük büyük harflerle yazdırıp, art arda hızla çeviren ve kalın camlı gözlük taşıyan T. Jivkov, okumaya çalıştığı raporlarda hepten sökemediği bazı bölümleri el işaretleriyle anlatıverirdi. Bu duruma düşmek istemeyen Boyko ise, okumuyor, bilmediğini anlatmıyor, bildiklerinde de kısa kesiyor. Bir de Boyko  “üç sözlük” tümce şeklini benimsemiştir.  Aslında % 48’i söyleneni anlamakta güçlük çeken bir halka ne kadar kısa ve öz konuşulursa, başarılı olma ihtimali o kadar büyüktür.

Stanışev’i ise, sosyalizm çöktüğünde, ne olur ne olmaz hesapları yapılırken, askeri diktatörlükler için mi hazırlamışlar ne, partiye katılması “Rus Ordusunda Subay Üniformalarında Düğmeler” üstüne tez yazarken olmuş ve kimden işittiyse şu “dinlemek konuşmaktan iyidir,” kuralına hep bağlı kaldı.

Büyük liderlerden ikisi de yazmayı sevmiyor.

İşte böyle bir “katır, manda ve çekirge” ortamındayız. Görünüm bu, fakat bu formül bizde tutmaz kanısındayım, çünkü çekirge haşarat kategorisine girdiğinden, manda ve katır arasında ne işi olur?

Bizde bir sağ elden bir de sol elden yem yiyen, eti yenmez, gagası ötmez tepeli güvercinler vardı. Ben bunlara “Barış Güvercini” demek istemiyorum, siz de görmüşsünüdür, o cins tepe püskülünden ve ayak kurdelesinden temizlenmiş, olanlardır. Pikaso tablosunu anımsayın yeter. Hem de,  Boyko ile Sergey arasındaki didişme DANIŞLI DOVÜŞ OLDUĞUNDAN BARIŞTIRICIYA GEREK YOK.

Tepelilerin en büyük özelliği, “ıslık çalındığında takla atmak” tır.

Bu yüzden ona  ”tepeli güvercin” desek daha uygun gibime geliyor. Sakalı falan da var ya! Bilmem siz ne dersiniz! Zaten çağrılan yere hemen gidiyor.

Bir de şu perde arkası masallarıyla, kimin faşist olduğunu anlamakta güçlük çektiğimi açıklayarak başladım yazmaya, Orta Asya’yı delik deşik eden  Amerikalılara da insaf, koskoca Padişahlar Padişahı Yıldırım Beyazıt hana Ankara Savaşı’nda ettikleri azmış gibi, bu gidişle Timur hani “iyilik meleği hümanist” bir katil çıkarsalar, şaşmam doğrusu.

Sahne dekorunda çıkmış elleri anlamak da kolay değil. İçi yem dolu iki el, bizim tepeli gagalıyor, onlar susuyor. Ye, ye de keseriz diye mi düşünüyorlar nedir. Tepeli güvercinin eti yenmediğini bilmeye bilirler.

Güvercincik bir sağ bir sola bakıp gagaladıkça gagalıyor. Bir önceki gagalayıcı şimdi kümestedir. Onu çok sevmişlerdi, çünkü yalnız kendisi yedi, kimseye tek tane yedirmedi.

Yem dolu eller susuyor. Biri bir sıksa boğazını koparır diye korkuyorum. Yem gursağında kalır diye düşünmem gerekir, ama bunu düşünemiyorum.  Hangi el sıkar! Sıkar mı, sıkmaz mı diye düşündüm kaldım. Asıl sıkacak olan perde arkasında olduğundan, kimin sıkacağı pek belli değil gibi… Sahnede yem dolu iki el ve bir tepeli var.

Ne Stanişev ne de Boyko hem ortada hem ortada yok. Bizim tepeli bir o ele o yeme, bir bu yeme bu ele saldırıyor, sol ve sağ sözlerini kullanmıyorum, çünkü bir el sol ya da sağ olmazdan önce, sadece eldir. Ömür boyu da el kalır. Bizim politikacılar zaten sağ elli solaktır. Sahnede başka kimse yok. Güverci tepeli olsa da ne olur!

Reklamlar