osmanOsman BÜLBÜL

Konu:  Subaşında düşündüklerim.                          

Yaşlı başlı Viyana’da neler geçiyor aklımdan bir bilseniz.

 Hafta sonunda “Boden See” gölüne gittim. Yeşil kamışlardan örülmüş çelengi içinde gök mavisi kocaman bir göl! Suya bakarken kafam şuna takıldı: Su, karanın ortasına sanki boylu boyunca yatmış. Irmak almıyor. Dolmuyor. Yaz kış kendiliğinden dopdolu. Dev Avrupa nehirlerinden birkaçına kaynak… Akıp denizleri dolduruyor da, kendisi hep aynı…

Ren nehrinin kollarından birinin gölden çıktığı noktadayım. Uğultusuz bir doğuş! Irmak usulca hayat yoluna koyuluyor. Muhteşem bir sahne! Bizim memlekette su pompalarından bin adet birden çalışsa, dolduramaz bu büyük nehir yatağını. Su gölden kaçtığını belli ettirmiyor. Gizlice özgürlüğüne kavuşuyor. Bin bir bitkiye hayat verecek, sevincini gizliyor. Göl ana, nehir de yavrusu desek, birbirinden ayrılırken ağlaşmaları gerekmez mi! Yoksa göl, ırmaklar ve denizler bir bütün mü? Uzun uzun balıklar yola çıkan damlaları uğurluyor. Büyük göl sonsuz bir hayat kaynağı! Nehirse hayatın taşıyıcısı! Dalgalar nilüferleri oynatırken okşuyor. Etraf çiçek çiçek… Koncalar sırada! Kokulardan mest olmuş arılar nazlı. Tozlaşıp kardeşleşmeye çırpınan hayat vızıltı bekliyor.

Napolyon askeriyle bu diyara ilk ayak bastığında kışmış. Bembeyaz kar. Göl buz altında… Nehir akıyor. Su asla azalmıyor.

Bonopard durmuş subaşına ve: “Ben böyle bir güzellik görmedim!” demiş.

Avrupa çoraklığından toprak, toprağından bereket teknesi yapabilen eğer suysa,  anası burasıdır.

Balıklar bana bakıyor. Şaşkınlığımın farkındalar. Suyun üstü kayık, kayıklarsa sevgili dolu. Yeni olanın doğmasından önce sevgi gerek. Burada toprak suyu su da toprağı sevmiş de göl olmuş. İşi içine sığmayan büyüklük, bütün Avrupa’yı işgal etmiş. Tuna da durmadan akıyor. Bu bitmeyen akış o kadar cömert ki, kökleri su alan bitki ve ağaçlar sayısız. Kanatlarında sevgi taşıyan kuşlar bu sudan içiyor.  Avrupa Avrupa olalı bu böyledir.

Tüm güzellikler gibi suyun da sesi ve rengi var. Tonları merak edenler akıntının önündeki Şafhausen Şelalesine uğruyorlar. Dalgalar pamuk beyaz. Kayalara çarpan dalgaların duşunda ıslanmak güzel! Uğultu şarkısı mutluluk veriyor. Yüze vuran damlalar da öyle! Hiçbir yere sığmayacak kadar bol su var burada. Tanecikler kardeşleriyle el ele, ortak yolda…

Bu duyguları Ohri Gölünde de yaşamıştım. Doğa öğeleri aralarında anlaşmış. Basınç sabit. İnip çıkmıyor. Burada uyuyan geçmişi unutuyor. Yaşlılarsa kendilerini çocuk gibi hissediyor. Sevdalanmak tehlikeli, çünkü saat aşırı dalgalanmayan sevda sevdadan sayılmaz. Telefonda eşime “ben senin sitemini bile özledim” dedim. İşin farkına vardı. Gül koparan dikenine katlanır. Birden sustu.

Her şeyin birbirine benzediği ortamda doğum olmaz, dediklerini hatırladım. Güzelliklere boğulmuş uyumluluğun izleri düz. Anılar da öyle. İnsan hatıraları yönetemiyor. Onlardan ancak notsalcı doğuyor. Geçmişten olan ve yaşamak isteyen yalnız özlem!

Hayat ırmak boylarında başlar ve gelişir. Kültür oluşur. Kültürden de medeniyet doğar. Dünyada 33 medeniyete beşik olan toprak Anadolu’dur. Avrupa’da esen yeller büyük doğuşların esintisidir. Avrupa ismini bile Yakın Doğulu bir güzelin isminden almıştır. Din, Kültür ve Hukuk kökleri de Anadolu’dadır. Bu işte, Türklerin rolü belirgindir. Medeniyetimizle herkesin birbirine kastettiği topraklarda barış, hoşgörü ve kardeşlik ilişkileri serpilip açmıştır. Nehirlerin, göllerin beşiği olduğu gibi, medeniyetlerin de kökleri, ataları, yaratıcı aydınları vardır. Aydınlar çağların karanlığı içinde yanar. Onlar karanlıktan aydınlık yaratanlardır.

Dillerin ve dinlerin beşiği olan Anadolu insan topluluklarını masallardan efsanelere sözlüden yazılı tarihe taşımıştır. B,z tarihi olan bir milletiz. Masallar, efsaneler, bilginler, aksakallar bizi anlatır. Soframızda iftar açan bizi unutamaz.

Yakın geçmişte Türklüğe biraz tepeden bakan kendini beğenmiş biriyle beraber oldum. “Türk, Türk deyip durma! Osmanlıdan şu Mimar Sinan’ı çekip çıkarsak, içinde ne kalır!” dedi. Şaştım kaldı.

Balıkçı serpmesi geldi aklıma. Hani şu çaylara, nehirlere, göllere, hatta denize attıklarımızdan ve sudan çekilişi… Mimar Sinan’ın Osmanlı’dan çıkarılması… Mümkün değil. 3 – 5 bin camii, mescit, medrese, okul, köprü hamam vb bir anda ağa takılmış, toplumun özünden sökülmek isteniyor. Bulgaristan’da bu hainlik 138 yıldan beri devam ediyor ama başa çıkamıyorlar. İslam medeniyetinin yüksek mimar ve kültür eserlerini kaybetmiş memleketimi hayal etmek istemiyorum. Osmanlı ana abidelerini Balkanlara dikmiştir. En derin izleri de orada kalmıştır.

Bak sen neler geçiyor akıllarından, dedim. Yutkundum. “Boden See”yi, Tuna, Ren, Elbe, Sena, Sava, Po gibi büyük nehirleri Avrupa haritasından çıkarsak, hayat ölür. Su hayat demektir. Denge bozulursa, her şey çöpe…

Medeniyetlerin yok oluşunu düşünmedim. Yok olan her şeyin hatırası da yok olur. Eski Mısırda bin piramit varmış. Birkaç tanesi bugün de ayakta. O medeniyetin de bilginleri varmış. Bugün ben, zekâsıyla insanları büyüleyen 5 tarihsel kişinin ismini söyleyecek durumda değilim. Kitapların anası masal kitaplardır. Masallar olmasa atasözleri de olmazdı. İlk masal kitabını Atinalı feylesof Dimitrios Faliareas (M.Ö. 345–280) tarafından derlemiş. O, İskenderiye Kütüphanesi müdürüymüş. Matbaada basılan ilk masal eseri 1479’da Milano’da okura ulaşmış.  Bütün tarihin inci masallarını elden geçiren Fransız Jean de La Fontaine (1621–1695) iki kitap çıkardığında, sanki tüm Avrupa değişti. 30 yıl savaşının, 100 yıl savaşının, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının ve hatta bugünkü Yakın Doğu katliamının bir de masalları öldürmek için yapıldığını düşündüğüm oluyor. Masalları yok edenler tarihi yok etmiş olur. Masallar yaşadıkça zekâ her zaman üstün gelir, ölümle kavgayı hayat kazanır. Yani kaynaklar dolar, ırmaklar akar ve çiçekler açar, arılar vızıldar.

Hayatın tarihi öyle bir şey ki, Mimar Sinan’ı Osmanlı’dan balık ağıyla çeker gibi çıkarıp derin dondurucuya koymak mümkün değildir. Bunu isteyen bizim düşmanlarımızdır. Dilimizi ve dinimizi, kültür ve medeniyetimizi yasaklayanlar da bunu yapmak istiyorlar. Hayatta kalan her şey yaşam savaşımı veriyor. Gördüğüm büyük ırmak gibi akıyor hayat. İşte Edirne’de Selimiye! Kubbesinde Pisagor teorisi.  Binlerce piramitten önce doğan bir kuram, günümüz İstanbul gökdelenlerinde yaşıyor. Aydınlığı, Ramzes Çağı’ndan çalan Batılı “masonlar”, ufku karanlıkta tuttu. Parlaklığı karanlığı yenen aydınlık bugün bizimle…

Napolyon, Hitler ve daha niceleri “Boden See” gölünü isteseler de kurutamamışlar. Ren, Elbe ve Tuna’yı da ters akıtamamışlar. Balkanlarda Osmanlı ve İslam eserlerini yok etmeyi düşünenler de tarihin akışını durduramadılar. “Kadim ve çağdaş medeniyetlerin, uluslar arası hoşgörünün merkezi Anadolu” Bu tarihsel gerçeği değiştirmek mümkün olabilir mi!? Şimdi Mimar Sinan’a göz dikmişler. Ya dünyada en zengin dillerden biri olan Türkçemizin atası Yonus Emre, ya dinsel hoşgörü atası Hacı Bektaşi Veli, ya tasavvuf felsefesini hoşgörü ve ahenge dayandıran, geçen yüzyıl Amerika’da en fazla okunan, bin yılın düşünürü Mevlana Celaleddin Rumi ne olacak! Onları Türk tarihinde söküp atmak mümkün olabilir mi? Türk medeniyeti ile başlamadan diğer uygarlıkları anlatabilmek olası olabilir mi? Anadolu’da doğup yaşayan 33 medeniyetin ana damarlarını da sökmek isteyenler var mıdır? Biz olmadan tarih süzülemez ve incilerinden yeni taç yapılamaz.

Her medeniyet bir hayat denizidir. Yukarıda anlattığım gölün nehirlere taşıp kıtaya hayat taşıdığı gibi bir şey. Yamama göl ya da deniz olmadığı gibi, yamama medeniyet de olmaz, Olsa kendini bitirir. Tarih kurnazlar medeniyeti tanımaz. Onun dibinden günümüze yıpranmadan gelebilen masallar bunu kanıtlar. İşte biri:

***

Kediyle Tavuklar

Kedinin biri komşu çiftlikte tavukların hasta olduklarını duymuş, doktor kıyafeti giyerek ziyaretlerine gitmiş. Çiftliğin girişinde tavuklara hal hatır sormuş. “İyiyiz” diye cevap vermiş tavuklar. “Hatta sen buralardan uzaklaşırsan, daha iyi olacağız.”

***

Hayat işte bu kadar duru!

Medeniyetlerin getirdiği yeniliklerin adı, sözü, dili var. Şu mübarek Ramazan günlerinde Bursa Balkan Göçmenleri Derneği (BAL-Göç) 5 bin kişilik açık alan iftarı verdi. Ardından bin kişilik Kırcaali İftarı geldi. Allah kabul etsin! Eskiden böyle değildi. Şimdi iftarlar biraz iç dökme, hatırlatma ve dinleyen bulunca ima etme sofrasına dönüştü.

Konuk dernek başkanı Yüksel Bey selamlamadan sonra “sponsor” dedi. Vurgu yaptı. Belki de iftar yemeğinin kimsede bir beklenti uyandırmaması gerektiğini, Allah adına hayır işi olduğunu unutmuştu. Minnet dilimizle bezenmiş, temiz Türkçemize iliştirilen bu İngilizce sözcük şekerpareye tuz ekmek gibi oldu. Hayırsever kardeşlerimizin hayırseverliğine gölge düştü. Ramazan boyu 20–30 iftarda mikrofon kapıp konuşan “başkanlar” bir fikir izlemiyor. Konuşuyorlar. Hani Ren’in Orta Avrupa’dan Kuzey Denizine ya da Tuna’nın Kara Deniz’e kadar aktığı gibi. Yüksel Beyin bir de uzunca söyleşisi var, izlenim şu: Sanki Bal-Göç bir kuru temizlikçi. Balkanlardan gelenleri önce ıslatıp sonra güzel sabunluyor. Saçlar kırkılıp kir pas alındıktan sonra kurutup ütülenerek hayata salınıyorlar. Kör yolun yönü olmaz.

Lütfi Mestan da konuşuyor. Türklüğümüze karşı son saldırı olan, Bulgar meclisinin bürgü yasağından yakındı. Hangi zaruret sonucu bilmem ama bu günlere ulaşmak ona zor gelmiş olabilir. İnsanlarımızın arasına karıştı. Unuttuğu kokuları kokluyor. Unuttuğu gözlere bakıyor. Nasırlı eller sıkıyor. Anasından öğrendiği kelimelerle konuşmaya gayret ediyor. Ne üniversitelerde öğrendiklerinden, ne danışman Yahudilerin 18 yıl yazıp çizdiklerinden şu bizim hak ve özgürlükler davamıza yani  kutsallığımıza ne temel taşı ne de harç olamayacağını anlamış gibi bir haller alıyor. Eskiden bir ara “Herkes kendi karısına baksın!” diyordu. Bakıyorum da, insanın anası ölünce başörtüsü bile kıymetli oluyor. Bunlara daha el öpmeyi, ninnileri, masallarımızı, efsanelerimizi, öz kaynaklarımızı, kültürümüzü, medeniyetimizi eklemeliyiz. Biz eli öpülesi, aşı yenir  bir halkın evlatlarıyız.

Hani şimdi “nato, nato, nato” diye tutturmuşsunuz. Üzerine bastığımız, tozunu yuttuğumuz şu memleket toprağında yakın geçmişte 300 sene savaş olmadığını unutmayınız. Atalarımızın yarattığı medeniyet tam budur… NATO medeniyet yaratamaz! İhanet eden uygarlık yaratamaz… Yaratsa da tutmaz. İftar esnasında camdan bakınca dikkatinizi çekmiştir. Hani o öve öve bitiremedikleri “Su Aynası” kupkuru kurumuş. Yaptıkları her iş böyle! Suni medeniyet yaratılamaz. Yalanla gemi yürümez…

Sayın Mestan, yol teptim, kendi biletimi kendim aldım, otelimi, yemeğimi kendim ödedim, kurultayına geldim. Konuşmanı alkışladım. Başlanan ve şu günlerde kaydı da yapılacak olan şu particilik işi içinde bir kurt yeniği varsa, hemen söyleyiniz! Son 26 yılda siz mecliste saymadan köfte yutarken, biz hep savaştık ve çok yorulduk. Bu iş ya bitecek ya bitecek. İşin içinde iş varsa, gelin yolun başında duralım. Siyaset nehir gibidir akarken durdurulamaz.

Yukarıda anlattığım o büyük gölden çıkan ve bir daha asla geri dönmeyen nehir gibi tertemiz özümüz var. Yıllardır ondan çıkarılmak istenen Türk kimliğimizdir. İftar sandalyeden kaldırıp omzuna el attığın yengemizin başörtüsü bizim özümüzden bir kıymıktır. Kendin dedin. Bir kıymık daha koparıldı. Bu işin geri dönüşü yok. Yok oluyoruz. Sen iftar sofrasında teşekkür konuşması yaparken, bizzat senin yıllar önce tayin ettiğin Kırcaali Belediye Başkanı Hasan Aziz “çocuklarımız anaokulundan başlayarak her gün domuz eti yiyecek!” diyor. Gerçekten parti başkanı olmaya soyunuyorsanız, bu davayı omuzlarında taşımaya hazırsanız, mutlaka ve kesinlikle Bulgaristan Müslüman Türklerini ilgilendiren her konuda, iftarda, yolda, namazda, tatilde, hatta en derin uykunda münasebet almak zorundasın… Telefon kaldırmamak yok. Bu işin ötesi berisi, gerisi ilerisi yoktur. Halkın hesaplaşması ağır olur.  Ya bu davarları güdersiniz, ya bu diyardan gidersiniz. Göl olan biziz, gerekirse yeni nehirler akıtırız! İftara katılmakla ya da iftarda kimse adam olmamış arınmamıştır. “Nerde kalabalık orada bokluk!” bizim atasözümüzdür. Biz sirkesi keskin Türkiyelilerin her âdetine tıpı tıpına uymak zorunda değiliz.  Hayatın süzgeci halkımızın vicdan ve şuurudur.

Yeri gelmişten milletvekili Şabanali beye de dört sözümüz var. Sönmüş mum, kendiliğinden yanmaz! DOST’un kaydı 2 hafta içinde yapılacakmış, kutluyoruz. Avrupa’nın en büyük siyasi ırmakları gibi akmamız en samimi temennimdir.

***

HÖH partisi kendi mezarını kendi kazarken, bu konularda yine Kırcaali milletvekillerinden Tuncer Kırcaliev de  “Trud” gazetesinde bir yazı yaşmış, “ben sana top verirsem ve sen de bana topu geri çevirirsen” paslaşmış oluruz diyor. Son 26 yıl sizinle oyun oynanmayacağını ve ortaklık da yapılamayacağını kanıtladı. Gidip saraydaki köpeklere yemek verebilirsiniz. İsterseniz ATEİSTLER ve VİSKİCİLER partisi kurabilirsiniz. Ayaşlar medeniyeti olduğunu işitmedim.

***

Viyana’ya döndüm. Bulgaristan’a bahar geleceğine inanıyorum.

Reklamlar