Renginar GÜLER

1989’un 10 Mayıs günü bahar havası açık ve her yer güneşliydi.

Açlık grevlerini sürdürenler artıyor ve kendi aralarında omuz omuza vermiş:

“Tuna nehri akmam diyor, Ben kıyımı yıkmam, diyor” marşını hafifçe söylüyorlardı. Gönül açıcı ve umit yüklü başlayan günün derin anlamında, “bu topraklar bizim vatanımızdır, bir düzenimizi bozucu ve buralardan gidici değiliz! vardı.

Baş eğmeyip direnişe katılanları insanlarımızın tümü destekliyordu.

“Bi Bi Si”, “Hür Avrupa Radyoları” ve “Ankara Radyoları” Bulgaristan’daki açlık grevlerini dünyaya duyuruyor, Bir İnsan Hakları Örgütü olarak kurulan ve direnişi bağrına basıp kucaklayan ve yüreklendiren Demokratik Lig bütün köy ve kasabalarda, her Türkün evinde nefes alıp veriyor, güç kaynağı oluyordu.

Demokratik Ligin sekreteri Sabri İskender’in kızkardeşi Sebil İskender Stara Zagora’dan “Hür Avrupa” sözcüsü Rumyana UZUNOVA ile direk temasa geçmiş, sanki canlı yayında konuşuyor ve Kotel yöresinde madenci köylü ailelerin isteklerini anlatıyordu. Bu istekler arasında başta gelen bütün tutukluların salıverilmesi, hapishanelerin boşaltılması, sürgünlerin evlerine dönmeleri, “Belene” kampında kimse kalmaması, köy ve şehirlerde baskı ve teröre son verilmesi ve bütün vatandaşlara demokratik hakların garanti edilmesini istiyordu.

Sabri İskender, yayında Bulgarca konuştu ve 1956 yılında elde edilen doğal ve medeni haklarımızın geri verilmesi şu aşamada açlık grevlerini durdurmamıza yeterlidir, dedi.

İki sivil polis eşliğinde 6  Mayıs 1989’da “Kapı Kuleye” doğru yola çıkarılan Demokratik Lig Başkanı Mustafa Ömer, 8 Mayısta Edirne’ye varmış, oradan “Hür Avrupa” merkeziyle temasa geçmiş ve Bulgaristan Türklerinin demokratik öz hakları uğruna karşı totaliter T. Jivkov rejiminin alaşağı edilmesi için başlattığı ulusal direnişin Kuzey Doğu Bulgaristan’ı bildirdikten sonra, aynı isteklerle kendisinin de Edirne “Selimiye Cami” önünde açlık grevine başladığını bildirimiz ve açlık grevlerine ulusal destek istemişti.

Açlık grevlerinin kitlesel protesto alayları şeklinde başlamasıyla şarkılar, türküler ve şiirler de değişti:

“Senelerce sana hasret taşılan

Bir gönülle kollarına sarılsam

Ben de bir gün kucağında yaşasam

Bahtiyarlar arasına katılsam öpsem.

 

“Ben de bir gün kucağına ulaşsam

Gözlerimden döksem sevinç yaşını

Bayrağının gölgesinde dolaşsam

Öpsem toprağını taşını.

Direniş dalgası bölge bir ruhsal yükseliş gösterdi ve alabildiğine yayıldı.

Başkan Mustafa Ömer daha sonraki yıllarda geri döndüğünde bu olayları uzun uzun sohbet konusu etti.  “Kapı Kuleye” getirildiğinde sivil polislerin kendisini sırtından iteleyerek “Haydi, Haydi…Haydi!…” deyip Türkiye’ye soktuklarını defalarca anlattı.

O, Türkiye’ye kitlesel göç olmasına karşıydı.

O, Bulgaristan Türklerinin öz Ata Vatanlarında yaşamasından, oradaki akrabalık bağlarından kopmadan var olmalarından, topluca yardımlaşarak yaşamlarından, topraklarında kalmalarından, köylerinden öz kültürlerini geliştirmelerinden ve geliştirip yerleştirdikleri kolektif üretim biçimini ayakta tutmalarından yanaydı.

İnsanlarımızın çok iyi meziyetleri olduğa inanıyor, kendi kendilerine yetecek kültürel olanaklara sahp olduğunu görüyordu.  O, dostane görüşmelerde bu sözlerini her defasında şair Ali Bayram’ın şu şiiriyle tamamlıyordu:

KÜÇÜK BULGAR MEZARLIĞI

BU KARŞIDA GÖRDÜĞÜN KÜÇÜK BULGAR MEZARLIĞI

SOYKIRIM DEVRİNİN ACI HATIRASIDIR,

KABİRLER ÜZERİNDE SOLGUN AÇAN ÇİÇEKLER

BULGAR ADI ALTINDA YATANLARIN YASIDIR.

 

BUNA BENZER MEZARLIKLAR GÖRMEDİM HİÇBİR YERDE

NE İSA’NIN HAÇI, NE AĞICI, NE GÜLÜ.

BU MEZARLIKLAR KANAYAN YARADIR YÜREKLERDE,

TOPRAĞINDA YATANLAR KALBİMİZDE GÖMÜLÜ.

 

MEZAR TAŞLARINDAKİ ESKİ BULGAR ADLARI

BİZ TÜRKLERİN GÖZÜNE BİR OK GİBİ BATIYOR,

İSTİRAPLAR İÇİNDE GEÇMİŞTİR HAYATLARI

KÜÇÜK BULGAR MEZARLIĞINDA KOCA TÜRKLER YATIYOR.

1989’un 10 Mayıs günü Haydi, Haydi…Haydi!…ler artmaya başladı. Vatandan il kovulanlar Aydınlarımızdı. Bu “büyük seyahat” adı verilen göçe zorlamada Bulgaristan Türklerinin göz bebeği olan 10 000 aydın kardeşimiz, ağabeyimiz, hocamız memleketten kovuldu.

Elinde küçük bir çantayla sınır dışı edilenler, Belgrad’ı, Viyana’yı boyladı.

Aslında bu 1877 / 1878 Rus – Türk Savaşıyla başlamış ve 1989 itibarıyla 1111 yıldan beri uygulanan çok acımasız, gaddar, trajik bir planın bir parçasıydı. Bu gerçeği daha iyi açıklayabilmemiz için 1878’den sonra Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç akışına bir göz atalım:

BULGAR İSTATİSTİKLERİNE GÖRE BULGARİSTAN’DAN TÜRKİYE’YE GÖÇLER:

Yıllar Arası          Süre                  Göçmrn Sayısı                    Yıl Ortalaması

1892-1902            9 yıl                    70.603                                       7.845

1923-1939           16 yıl                 198.769                                        12.422

1940-1949              9 yıl                   21. 353                                         2.372

1950-1951              2 yıl                  154.393                                        77.196

1969-1978              9 yıl                  130.000                                         14.444

…1989                   2.5 ay                 362.000                                        ——

                             

 T O P L A M                              987.118

 

Tabii bu göçlerin felsefi anlamını en iyi anlatan tarihçiler ve rakkamlar değil, şairlerdir.

Bakınız bu krajik yüzyıla hitaben büyük ozan, BALKANLAR VE EVREN ŞAİRİ Mehmet Akif ne diyor:

“Sahipsiz olan memleketin batması haktır;

“Sen sahip olursan bu Vatan batmayacaktır;

“Hüsrana rıza verme …çalış…azmi bırakma;

“Kendin yanacaksan bile, evladını yakma!”

Bundan bir asır önce olsa da büyük şair bugün İnsansız kalan Bulgaristan’ın kaderini sanki su aynasında görebilmiştir.

“Haydi, Haydi…Haydi!…”ler yalnız Bulgaristan Türklüğü için değil, tüm Bulgaristan için geri dönüşü olmayan, büyük bir çöküşün başlangıcı oldu.

 

 

Reklamlar