MusaMusa VATANSEVER

Konu: Tuna Akmaya Devam Ediyor

15 Ağustos 2015’te “Belene Ölüm Kampı” nda kalanların Tuna ırmağı adacıklarından Persin’de buluşması var.

1984 -1989 yılları arasında bu adaya resmi istatistiklere göre 518 Bulgaristan Türkü sürgün edilmiştir. Kamptaki şartların olağanüstü ağır olduğundan ötürü Belene’ye “Ölüm Adası” adı verilmişti. “Belene” de imtiyazlı Türk yoktu. Adaya sürgün edenlerin hepsi şu ya da bu şekilde isimlerimizin değiştirilmesine, “soya dönüş sürecine”, Bulgarlaştırılmamıza, Türkçemizin yasaklanmasına, anadilini konuşanlara ceza kesilmesine karşı başkaldırmışlardı.  Yakınlarının yargısız sorgusuz içeri atılıp sürgün edilmesini açık orta kınayanlar, Türk Müslüman adetlerine göre yaşamaya devam etmek isteyenler hep  “Belene”yi boylamıştı. Onların adasında en büyük grubu aydınlar, öğretmenler, yazar ve şairler, gazeteciler, nüfus sahibi olan iktisat yöneticileri, okul müdürleri, bilinen sporcular oluşturuyordu. Sonradan öğrenildiğine göre, bu 518 kişiden 52’si siyasi polisin hafiyesiymiş, adaya görevli olarak gönderilmiş ve koğuş sorumlusu, yazar, bekçi gibi sudan havadan işler onlara verilmişti. 26 yıl geçmesine rağmen ajanların adları özel olarak açıklanmadı, çünkü anlaşılan polis işini “Belene”de de boşlamamıştı. Yıllar sonra çıkan istatistiklerde 1984 – 1989 yılları arasında Bulgaristan Türeleri’nden 250 kişinin daha “ispiyonculuğu kabul ediyorum” belgesini imzalamaya zorlandığı ortaya çıktı. “Denize düşen yılana sarılır”, o zor zamanlarda yaşanan sıkıntıların doğurduğu bazı hareketlerin Türk ruhuna ters düştüğünü ve baskı sonucu doğan gelişmelere anlayışlı ve hoşgörülü bakılmasından yana olduğumuzu bir daha beyan ediyoruz. İmza kendiliğinden iş yapmaz! Fişlenmiş olan her kişinin kötülük yaptığına da inanmak istemiyoruz. Zaten “Belene”den kurtulan, “geçmişimden utanç duyuyorum ve ruhen temizlenmeye yer arıyorum” der gibi hemen memleketimizi, evini barkını terk etti ve huzur bulmak amacıyla anavatana sığındı.

Şu da bir gerçektir: Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) veya Bulgaristan Çiftçi Halk Birliği (BZNS) üyesi olmak, Bulgaristanlı Türklerden hiçbirine  “Belene” kapısını kapamadı. Birçok madalyalı tütün üreticisi, hayvan bakıcı, öğretmen, ressam, gazeteci ve sporcu ölüm adasındaydı. Ağır sıklette 2 defa olimpiyat şampiyonu olan güreşçimiz Lütfü Almedov’un Türk ismini değiştirmeselerdi, aramızda ayrıcalıklı olan da varmış, diyebilirdim. O da “Kendine İsim Seç!” dendiğinde, altın madalyaları geri verdi. Türk-Bulgar didişmesinde hiçbir hizmetin ve otoritenin beş para etmediğini anladı ve üzüldü.

Ciddi tepki gösteren aydınlardan biri olan, Koşukavak lisesinde Marksizm Leninizm hocası olan Mustafa Ömer’di. O sürgünde DEMOKRATİK LİG hareketini kurdu ve Mayıs 1989 Ayaklanmasını ateşledi. Bulgaristan Türklerine Mahsus Yayın Yapan Türkçe Radyo programlarının ilk spikeri Kahveci’de susmadı. Türkçe öğretmeni, yazar ve şair Ömer Osman “Türküm bilinciyle yaşayan her Bulgaristan vatandaşının yeri Belene adasıdır!” dedi.  “Belene ölüm kampına” 3 kez girip de uslanmayan şair Nuri Adalı gibi asiler başkaldıranlara öncü oldu. Köy ve kasabalarda isimleri değiştirilemeyen Türklerin, polisten kaçanların ve yakalanınca sürgün edenlerin isimleri bu adada değiştirildi. Kampta, Türk bayanlar vardı. Onlar tütün işçisi, öğretmen veya hemşireydiler. Emsalsiz bir dayanırlık, sabır ve kahramanlık gösterdiler. Kendilerine yapılan işkencelerin vücutlarında iz bırakmamasını önlemek için domuz etlerinin donduran derin dondurucuya kapatıldılar. Çıngıl çıngıl buzlanıp dondular, kas katı kesildiler ama ruhen çökmediler.  Mosmor morardıklarında buzlar çözülürken acılara dayanamayacakları düşünülmüştü. Türk bilinçlerini işkencelere dayanıklılığı polislere dudak ısırttı. İşkenceler ölüm kampındaki Türk aydın bayanların iradesini kıramadı.

Belene Adasında “kalan ve kalmayanlar, işkence gören ve görmeyenler” üstüne değişik kitaplar yazdı. Bunların bazılarında 1947-1953’te komünist rejim düşmanı Bulgarların kaldığı bu Tuna adasında, insan yakma fırını olduğu ve “yakılanların yağlarının bacalardan damlamaya devam ettiği” gibi hayal ürünü anlatımlara rastladık. O  dönemde Bulgaristan’da 46 toplama kampı vardı.  Bunlarda 20 bin kişinin can verdiği doğrudur. Fakat “Belene Ölüm Kampında” 1984-1989 arasında yakılan ya da öldürülen Bulgaristan Türkü ve Müslümanı yoktur. Adada kalanlar hakkında “aklım başıma geldi” izlenimi uyandıranlar hemen Kuzey Batı Bulgaristan’ın değişik Bulgar köy ve kasabalarına, bölgeyi terk etmemek şartıyla, sürgün edildiler. Genç ve sağlık durumları iyi olan Türklerse yine aynı yöredeki “Bobovdol” kömür madeni ocağına işe gönderildi.

Başka bir analizse, Belene Ölüm Adası’nın 1984 Aralığı ile 1985 Şubat sonu arasındaki ilk Türk Ayaklanmasından, 1989 Mayıs Ayaklanmamıza kadarki dönemde uyanık, saygın ve asi Türkleri gemlemek, korkutmak ve susturmak için kullanıldığını gösteriyor. 1984 / 85 olaylarında kırk kişiden fazla şehit düşmüştü. Halk öfkesi patladı. 1989 Ağustosu Büyük Göçü ise, 6 yıl süren sert ve kararlı kitle direnişlerine katılan örgütlü kadroyu ve kararlı yandaşları dış ülkelere kovarak, baş eğmeyen Türklerden kurtuluş seçeneği oldu.

Belene Ada Kampında” yazılan veya daha sonra kalem alınan eserlerde, aydınlarımız çekilen çileyi gelecek nesillere anlattı. Örneğin ömrünün 23 yılı hapis ve sürgünde geçen şair N.Turgut Adalı “Belene –1”   şiirinde şöyle dedi:

Dev ırmak Tuna,

Götür beni anama

Bu demir kapıları

Açamam, güç ver bana!

Belene -2” şiirinde ise hüzünlüydü. Umudu yenikti. Şöyle haykırdı:

Arda’dan Tuna’ya yol ırak,

Bir günde varılmaz büyük suya!

Anneciğim, yollara düşüp, zahmet etme!

Kuş konmaz bu kahrolası Belene’ye

Bilincini ve kalemini hücre örsünde sivrilten yazar ve şair Ahmet Şerif Şerefli, “Önce fikirlerimizi esir aldılar” görüşünü açtığı “Türk Doğduk, Türk Öldük!” eserinde,  baharın yeniden yeşereceği, çiçeklerin gene açacağına ve dalların yine meyve yükleneceğine olan inancını ödün vermeden dile getirdi. Binlerce okuruna Türklük suyu verdi.

1984/89, “Belene Ölüm Kampı” trajedisi, binlerimizin yargısız içeri atılmamız,  hücre karanlığında körleştirilmemiz… tüm sırlarımızı unutturmak, Osmanlı-Türk ocaklarına ve çok daha gerilere inen izlerimizi kaybettirmek, belleğimizden ebediyen silmek için yapıldı. Onlar, isimsiz bir kişinin ehemmiyetsiz biri olduğunu biliyordu. Onlar, köksüz bir ağıcın kesilmiş ve odunluğa dizilmiş yarma olduğunu da iyi biliyordu. Bizi canlı canlı değil, Belenelerde,  Sofya, Stara Zagora, Varna vb hapishanelerde kurutup gevreterek bitireceklerdi. Onlar kuru fidanıno dikilmediğini, dikilse de yeşermediğini iyi biliyorlardı. Fakat biz hepimiz onlardan çok daha yakındık güneşe ve bugün kızlarımız, oğlanlarla el ele tutuşmuş bayram ederken, birbirlerine sevgi verip memleket topraklarda Türklüğü, Türk kültürünü ve sonsuz asaletimizi ve hoşgörümüzü yaşatmak için uğraşıyorlar.

Bundan 30 yıl öncesine o ağır yılları anlatan anı eserlerinde Rodoplu yazar Mehmet Türker, Mastanlı’lı tutuklu Kasım Hasanov’la birlikte, bilekleri kelepçeli “Belene” yolunda bir polis aracı içinde geçen bir konuşmsyı şöyle anlatıyor: 24 saat dövülen K. Hasanov’a Kırcaali polis amirliğinde şöyle demişlerdi: “Şu mermileri senin için hazırladım. Seni avluya çıkarıp beynini tuz buz edeceğim ve benden kimse hesap soramayacak!” Yazar Türker, çok önemli bir noktaya parmak basıyor. “Belene” yollarında yargısız infaz edilenlerin, polis mahzenlerinde son nefesini verenlerin, barajlara, kuyulara, derelere atılanların adı, soyadı, kaç kişi oldukları, neden öldürüldükleri, haklarında hiçbir şey bilinmiyor. 1984–89 döneminde keyfi hareketten, silah çekip insan öldürmekten, insan dövmekten, sakatlamaktan, yanıltıcı bilgilendirmeden, izinsiz silah kullanmadan sorgulanmış veya yargılanmış Bulgar polisi yoktur. Bu arada yaralı Türkleri polikliniklere ve hastanelere almayan Bulgar doktor ve hemşireler de sorgulanmamış ve yargılanmamıştır. Bulgar polisi, sivil polisler, hafiyeler, kendi akrabalarına, halkımıza karşı neden müzevirlik yaptıklarını bilmeyenler, komünistlikten geçinenler ve etrafımızda çivisi çıkmış gibi dolaşan komsomol militanları yıllarca uygulanan yargısız infazların sanki farkında değildir. Onlar için devletin görülmeyen elleriyle işlediği cinayetler sanki Hakkın emriydi. Kafaları donmuş, mermerleşmiş ve ya güneşten pişmiş olduğundan onlar öz halkına karşı yapılanları “doğru” bulacak kadar iğrençleşmişti.

Yazar, Ömer Osman “Belene” kampında yağışlı günlerde tasarladığı romanlarının birinde “genç bir kahramanına namus gerçeğini” aratır. “Babasının eline bir satır verir ve bundan böyle ihbar yazamasın diye oğlunun parmaklarını kütükte kestirir!” Bu roman hainliğe karşı bir isyandır, ayrıca Bulgaristanlı Türklerin bilinçlenmesinde de çok önemli bir aşamadır.

“Belene Ölüm Kampı” Bulgaristanlı Türkler için Türklük akademisi oldu. Orada hep sessizce Türkçe konuşuldu.  O yıllarda Bulgaristanlı Türkler ’den hangisinin en fazla çeki gördüğünü söyleyebilmem ne yazık ki, bugün de imkânsızdır. Herkes başından geçenleri anlattı.  Yatanlardan birçoğunun komünist ya da parti aday veya yedek parti üyesi olduğuna, iyi işçi, başarılı memur, öğretmen, okul müdürü, sanatçı, yazar, şair olduğuna kesin inanıyorum.  İsimlerimizin değiştirilmesine karşı halkı ayaklandırmaya partisiz olanlar kadar, onlarla omuz omuza direnen komünistler de vardı. Daha önce siyasi poliste görev almış ve komünist partisinin etnikleri eritme politikasıyla razı olmadığı için sürgün edilenleri tanıdım. Bilgili ve aktiftiler. Ayaklanmamız bir halk ayaklanmasıydı. Herkesin alnında parlayan, kızıl yıldız değil, Türk bilinciydi. Başkaldıran yığına katılanlar, bir halk düğününe andıran kavga saflarına davetsiz ve gönüllü gelmişlerdi. Ayaklanma sırasında ihanet eden Türk yoktu. Çileyi herkes kendi içinde yaşadığı için ani tepki gösterenler kendilerini direnişçiler arasında, ön saflarda ya da kitle alayında buldular. Ayaklananlar arasında komünist görenler yadırgamadı. Totaliter zulüm rejimiyle kitle arasındaki bağlar tamamen kopmuştu.  Şunu önemle belirtmekte yarar vardır. 1989 Mayısında ayaklanan Bulgaristan Türklerine karşı duran cephede yalnız birkaç Türk vardı.

Herkes, Türk anaların mert Türk savaşçı doğurduğuna, Türk Ocaklarında yiğit evlatlar yetiştiğine inanmıştı. Bütün derelerin ve yeraltı sularının Tuna gibi  ırmaklarda toplandığı gibi, Osmanlı-Türk ocaklarından, Türk soy ve boylarından, camilerden ve cem evlerinden gelenlerin hepsi aynı anda ve aynı yerdeydi. Onların aklınca Bulgaristan Türklüğü cenazeye çağrılmıştı. İsim dinini ve Türk-Müslüman kimliğini değiştirin onlardan geleceklerini kendi elleriyle gömmesi isteniyordu. Kimse bu cenazede bulunmak istemedi. Bu bilinçlenmenin ve şahlanışımızın son sınavı oldu. Bu acı lokmadan tatmayan kalmadı.  O zaman anaların yalnız asi doğurduğu zamandı. Bizi bilinçlendirip yüreklendirense özümüzü savunma kavgamızdı.

Şimdi Belene anma törenine gidenler, gelemeyenler, gelmek istemeyenler, bu işten el çekenler olacaktır. Çünkü Bele kampında tutulanların ve daha sonra sürgün edilenlerin Bulgaristan’dan Mayıs-Ağustos 1989 göç seliyle kovulmaları, davaya sadık erler alayını dağıttı. Davanın mayası su aldı. Hak ve Özgürlük davamız Belene Ölüm Kampı’nda yatmayanların eline geçti, tekeli oldu. Halkımız rüzgârın yön değiştirdiğini hissediyor. Hak ve Özgürlüklerimiz için sözde mücadele edenlerin politik sahneye çıkışı, onlara karşı devlet cömertliği, baş hainlerin saray ve köşklerde yaşatılması derin anlamlıdır. Bu dünyada kimse düşmanını sarayda beslemez!

Beleneciler örgütlenip filizlenemedi. Manevi değerler için başlayan dava maddi boyutlara kaydı. Hedef saptı. Ellerine tutuşturulan birer tomar paranın halkın çilesine mehlem olacağını sananlar önce kendilerini aldattı.  Bu arada, daha ilk başta olmak üzere, sürgündeki kahramanlarımızın hak ve özgürlük davamızda politik nüve oluşturması yolu kesildi. Evde kalan yakınlarına yapılan baskılar onları üzüyordu. Sürgün yıllarında kurulan direniş birimleri Büyük Göçte ivme ve enerji kaybetti, demokrasi koşullarında halkı yüreklendirme ve toplama merkezi haline gelemedi. Bu örgütlerin davadan saptırılmasına çalışıldı ve çalışılıyor.

Bu arada göz boyamak için olacak, Belene’de ve cezaevlerinde kalmış kahramanlara Momçilgrat’ta HÖH onurluğu verilirken, ardından kimileri Cumhurbaşkanı nişanına layık görüldü. Bunu, vitrindeki meyveden tohumluk alınmadığını iyi bilenler yaptı. En derin kökle en uç daldaki çiçek arasında devamlı bir bağlılık olması engellendi. Son gelişmeler HÖH ağıcının bu gidişle kuruyacağına işarettir. HÖH 26 yıldan beri ardına, halka bakmıyor, artık boynu tutulmuş ve körleşmiştir. Bulgaristan’da Türklüğü yaşatmamız bugün de ana vazifemizdir.

1987’de yayınlanan TRT Belen Dizisinde kendini bulanlar ve bulamayanlar var. O yıllar, ruhsal çöküşümüzün dip dönemiydi. Ardından büyük dirilişimiz patladı. O filmleşmedi.  Halkımızın öncü kesimi Belene’de, sürgünde, hapislerde uyandı. 44 direniş örgütü, hareket, dernek, kulüp, hücre kuruldu. Dirilirken kalplerimiz bir Osmanlı ocağı, bir Türklük kalesi olmuştu. Her genç bir direniş eri olduğundan Bulgaristanlı Türk ve Müslümanlardan birleştiren tipik önder çıkmadı.

TUNA, 560 km kare olan Belene Adasının iki yanında akmaya devam ediyor. Bir İtalyan yüksek mimar yerleşmiş buraya. Motel ve oteller kurup, sürgünlerin kaldığı bölüm ve hücreleri gezip görülecek duruma getirmeye çalışıyor. Ölüm adasında yıllarca kalanların isimlerini mermere işletip yabancı Turist çekmeye heveslenmiş. Hitler Alman yası’nın Polonya ve Almanya’daki toplama kamplarını, Berlin Muabit Hapishanesini ve başka tarihsel yerleri gidip görenlerin bıraktığı paralar dikkate alınırsa, İtalyan’ın girişimi kötü değil. Gençler değişik ülkeleri ziyaret ederken ezilenlerin yaşayışını, zulüm merkezlerini vb da görmek istiyorlarmış.

Yılların değişmesiyle, “Belene” ada otelleri balkonlarından Tuna sularına atlayıp serinleyecek olan gençlerde doğacak yeni izlenimler hangi renkte olacak? Benim yazımda anlatmaya çalıştığım hatıralardan çok farklı olabilir. Kanayan anılar dinecek mi, sızılar ne olacak?

Yoksa Tuna sularının güneşe göre parladığı gibi tarih de yuvarlandıkça, biz bir kartopu gibi büyürken çekili geçmişimiz çok içte ve derinlerde mi kalacağız?

Soruyorum: Nasıl arınacağız!

 

 

Reklamlar