Konu:   Bizi düşündürenler.                                                                

Sözde Bulgar Çarı II. Simeon Saks Koburggotski /Bulgar Baş Piskoposluğu Çarlığını tanıdı ve adını Pazar ayinlerine aldı/ Viyana Uçak terminalinde kenara buyur edilmiş, dar bir odaya alınarak anti-bombacı ekiplerce arayıp taranmış, ayakkabıları çıkartılmış, çorapları köpeğe koklatılmış. Şaşmamak elde değil! II. Simeon’un dedesi Ferdinand (1887 – 1908) Bulgar Prensi; 1908 – 1918 arası Bulgar Çarı olup aslında Avusturya köklüdür.

Şimdi Bulgaristan ile Avusturya, ikisi de AB üyesidir. Aralarında vizesiz ve kontrolsüz düzenleme var.  Üstelik 2001 – 2005 yılları arasında Simeon Saks Koburggotski Bulgaristan Cumhuriyeti başbakanıydı. Şu günlerde yüzbinlerce Suriyeli sığınmacı ve savaş kaçağı sınırda kontrol edilmeden Viyana’ya dolarken,  (Çarımıza) “ayak kabınızı, çorabınızı” lütfen denmesi, bizi düşündürmesin de kimleri düşündürsün?

Kuşkusuz II. Simeyon bir az da politik diyapazon belirleyici rolüne girmeyi sevdiğinden, gümrük kontrolünde gayrı resmi durdurulmuş olabilir,  çünkü o hala Avrupa Kral Saraylarında ve oligarşi kulüplerinde kumar oynuyor ve Bulgaristan konularında siyasi danışman statüsünde saygı görüyor. Bir de, soy köklerinin dayandığı Wartburg hanedanlığının bulutları Avrupa üzerinde dolaşmaya devam ediyor. 1937 Sofya doğumlu olan Simeon 1943’te babası Hitler tarafından zehirlenip hayata gözlerini yumunca küçük yaşta tahta çıktı.  1945’te komünistler iktidarı ele geçirdiğinde ise ülkeden kovuldu. Önce İstanbul’a indi, ardından Kahire’ye gitti, sonunda Madrid’e yerleşti.

Yazılıp çizilene, radyo, TV diline düşene bakılırsa, mültecilik yıllarında gözü üzerinde olan Moskova, ondan kendine sadık bir ajan yaptı. Geçen asrın sonunda KGB ağına düşen başka birisi de, DPS lideri Ahmet Doğan’dı. Moskova her ikisinin de dosyasını bugün de açmıyor. Bosna Savaşı esnasında NATO uçaklarına koridor veren Bulgaristan’ın politik yıldızı biraz parlamıştı. A. Doğan İspanya başkentine gönderildi. Tacı ve tahtı küflenmiş olduğuna ve hatta Bulgarcayı zar zor konuştuğuna bakmaksızın, II. Simeon’a Bulgaristan başbakanı olması davetini ileten o oldu. Uygulanan, bir Kremlin planıydı. Davet Viski kutusundaki zarfa gizlenmişti.

Böylece biz Bulgaristanlı Türkler, Pomaklar ve Çingeneler, Moskova’nın dış casusluk örgütü KGB’ye ciğerini satan çarıklı lider A.Doğan eliyle ve Bulgar kamuoyuna rağmen, II. Simeon’u görünüşte geri getirenler olduk. Dedesinden ve babasından çektiklerimiz yetmezmiş gibi, bu defa Simeon’a bel bağladık. Dedesi Bulgaristan’a Tuna yoluyla gelmişti, torunu uçaktan indi. 50 yıl uzak kaldığı memleket toprağında karşılanırken “çaresizliğinize dayanamadım, bütün dertlerinize 846 günde çözüm getirmeye geldim, hepinize güveniyorum!” dedi. Bu sözler ona ezberletilmişti. Memleketten kovulduğunu, tahtının paramparça edilip yakıldığını, amcasının asıldığını, dedesi ve babasının dostlarından 20 bin kişinin öldürüldüğünü, sığınmacı gibi süründüğü yerlerdeki çekilerine asla değinmedi. “Fakir yoksula yardım edemez” atasözünü biliyordu. Bu yüzden iç ve dış sefilliğini ustaca gizlerken, dert yanması inandırıcı olmazdı. Siyasi partisi yoktu. Memleket toprağında izleri de silinmişti. Birkaç Moskov ajanı dışında doğru dürüst kimseyi tanımıyordu. Demokrasi davasına baş koyanlarla yakınlaşmadı. Mitinglere gelip elini öpen, anlattıklarını dinleyemeye gayret gösterenlere para verildiği kulağına gelmişti. İlgilenmedi. Veren razı, alan razıydı!

Üzüm yemek varken bağını sormak tuhaf olurdu. Üstelik cebi boştu. Vaatlerine, sakalına ve kravatına hayran olun seçmen 2 ayda onu başbakan yaptı. Bu, tam “hak ve özgürlük” palavralarına inanıp A.Doğan şoparını başımıza bela etmemize benzer bir sahneydi. Tahtsız çar Mısırda ve Madrid’e büyücülük işlerinde yıllarca ders görmüştü. İspanyollar bu işe “haplama” diyordu. Babası Çar III. Boris’in katlettiği komünist torunları ona oy verdi. Toplumu uyuşturark yönlendirme bu denli gelişmişti. Bu gerçekleri görünce onun mucizelere olan inancı kat kat arttı. İpleri çekenlere hayrandı. “Vranya” Sarayı bahçesinde dolaşırken gelişmeleri analiz ediyor. “Çaresizlikten doğan şaşılık bu olsa” gibi fikirlere takılıyordu.

Onun Bulgaristan’a giremediği yarım asırda ağaçlar büyümüş, insanlar yaşlanmış, çökmüş veya dünyadan göçmüştü. Komünist rejim onu kovmakla yetinirken, birçok idam cezasını hemen infaz etmişti. O birçok konuya değinmedi. Komünizm kurbanları anıtı dikilmesi, “Belene” Ölüm Kampında Bulgar Türk ve diğer Müslümanların isimleri altın harflerle yazılmış bir levha bulanması gereğine bile işaret etmedi. Politik mahkûmları toplayıp bir akşam yemeğinde geçmiş olsun demedi.

Güney Afrika kahramanı, 24 yıl zindanda tutulan Nelson Mandela’dan daha uzun zaman içerde kalan, Bulgaristan’da ilk gizli muhalefet örgütü olan, Bağımsız İnsan Haklarını Örgütünün kurucusu İliya Minev’i bir defa olsun kabul etmedi. Pazarcık huzur evinde aç susuz pislik içinde hayata gözlerini yummasını görmezden geldi. Şunu özellikle belirtmek yerinde olur. Yeni düzen, totalitarizm yıllarında Bulgaristan’da hapis yatmışlardan ve anti-komünist direnişçilerden yalnız Jelü Jelev, Ahmet Doğan, Filip Dimitrov ve Blaga Dimitrova’ya iyi yaşam koşulu sunuldu. Diğerleri totaliter bünyeye sızamadı.  Birer dönem milletvekilliğinden sonra, işsiz, gelirsiz, etkisiz, sefiller tabakasına itildiler. Politik kimliklerini yitirdiler. Biz bugün totaliter düzenin öz olarak ayakta kaldığını ve dönüşmediğini belirtiyoruz. Dayanağımız, yenilenme uğruna mücadele eden ruhun, zihniyetin, farklı bakışın tamamen yıpranması ve teslimiyet bayrağı kaldırmış olmasıdır. Bu gerçeğe değinmemin nedeni ise “Geçiş Dönemi” hapının tesirli olduğu II. Simeon’un başbakanlığı yıllarında (2001 – 2005) totaliter-komünist kalıt özünün BKP’den BSP’ye dönüşümünden sonra GERB olarak ortaya çıkma olanaklarını harmanlayabilme ortamı bulması oldu.

Biz her fırsatta dönüşümün aydınlarla, düşünürlerle, yazarlarla, öğretmenlerle, doktor ve mühendislerle, bilim adamları öncülüğünde olacağına inandık. Bulgaristan için “haplar” Moskova, Amerika ya da Berlin’de hazırlansa da, uygulanma alanı ülkemizdi, bu hapları içecek olan halkımızdı.

Bulgar demokratik aydınları, bilim adamları totalitarizmde çok ezilmişti. II. Simeon’un dönmesiyle yeşeren Bulgar Bilimsel Akademisi yerine Bulgar Ulusal Bilimler Akademisi’nde Çar III. Boris yönetimindeki faşizan zihniyetin başkaldırdığını gözlüyoruz. Bu gelişme II. Simeon’un iktidardan düşüp politik olarak sıfırlanmasından sonra aşırı milliyetçilerin politik iradesi olan  (yurtsever cephe) adlı bir partinin (PF) eylemlerinde ortaya çıktı. Türk düşmanı eski Makedon komitalarının (VMRO) palazlanıp kudurduğu ortadadır. 18 milletvekili ile meclise giren bu zihniyet, aşırı Bulgar milliyetçiliğinin baş borazancısı Karakaçanov’u meclis Başkan Yardımcısı, azınlıkların azgın düşmanı Cambazkiyi Avrupa Birliği Genel Kurulu’na yükselti. Milliyetçilerin rado, TV ve gazeteleri, para kaynakları var ve zehir kamuoyuna yayılmaya devam ediyor. Ben bu yazımı düşünürken Cuma sabahı Bulgar medyası şöyle bir haberle patladı.

“54 Afganistanlı Türkiye sınırdan girmiş, üç Bulgar sınır muhafızı kendilerine Elena yöresinde, sınırdan 40-50 km içerde, “Sıedinenie” mevkiinde rastlamış ve açılan ateşten bir sığınmacı yerinde can vermiştir.” Olay, Başbakan B. Borisov’ın Brüksel’de “sığınmacılar görüşmesinden” kalkıp hemen dönmesine sebep oldu. Şimdi size Bulgar kamuoyunda olayla ilgili çıkan milliyetçi ve ırkçı yorumlardan birkaç alıntı vermek istiyorum:

İlk silah patladı. Bulgaristan’la birlikte Avrupa’yı da biz kurtaracağız.”

Osmanlılara karşı kiraz topu patlattığımız gibi, silaha sarılan ilk biz olduk.

Sığınmacı seliyle ilgili olarak: “Ülkemiz dramatik bir pes oluşla yüz yüzedir.”

“Jeopolitik statüsü değişmeden Bulgaristan’da hiçbir değişiklik yapılamaz.”

“Avrupa çürüyor, dağılıyor. Biz Avrupa’nın içindeyiz. Fakat, her şey kaybedilmedikçe, hiç bir şey kaybedilmiş değildir!”

Avrupa’yı çok zor günler beklediği ortadadır. Belki Bulgaristan’ı da çok daha kötü günler bekliyor. Ne yazık ki, kötülük süreci artık oldukça yol aldı. Şunu unutmayalım, Avrupa, Avrupalıların evlerini alıp, istilacılara vermeye başlamadan önce, Bulgaristan istilacılara karşı ilk kurşunu sıktı ve birini yere serdi.

İnanın yeni başlangıç, işte budur.

Yalnız biri düştü, ama ilki artık yere serilmiştir.”

Bizim toplum artık bir sığınmacının kurşunlan öldürülmesine seviniyor.

Biz Bulgaristanlı Türkler işte bu zehir bataklığı içine itiliyoruz. Kamuoyunu zehirlemeye başlayan bu insanlık düşmanı zihniyet II. Simeon zamanında zemin buldu ve artık budaklandı. Ahmet Doğan ve Lütfü Mestan ise bu zehrin yayılmasına çanak tuttular. Bu katliama kimse tepki göstermedi.

Bu arada, II. Simeon kanadı altında palazlanan eski maliye bakanı Milen Velçev gibi Çar beslemelerinin Moskova para babalarının ekonomimize çöreklenmesine kapı araladığını da görüyoruz.

Demokrasi ve aydınlıkçı ruhu ile mayalanmış Bulgaristan Türk aydınları “Büyük Göçle” % 90 Türkiye’ye kovuldu. Kimileri turist gidip dönmedi. En başta halkımızın ruh ateşinde parlayan yazar ve şairlerimiz, sanatçılarımız kovuldu ki, onlar olmadan halkımızı mutlu günlere taşımamız olanaksızdır. II. Simeon döneminde de ülkemizde bir tek Türkçe gazete, dergi çıkmaması, bir tek kitap basılmaması nedeni budur. Şimdi sözde AB’de aldığı bir kararla “sivri uçları törpüleme, düşmanlık ocaklarını söndürme” anlamında Hristo Botev ile İvan Vazov’un okullarda öğrencilerin beynine Türk düşmanlığı eken ideolojik fikirleri ders kitaplarından çıkarılacakmış. Bu iş yapılacaksa, Tarih kitaplarına da Osmanlı-Rusya 93 harbinin bir saldırı savaşı olduğu, saldırganın Rus Çarı olduğu, bu savaşta Türklerin Bulgaristan’ı ve Bulgarları da savunduğu işlenmelidir.

  1. Doğan ve etrafına topladığı kör cahil ajan ekibi sahayı boş buldu. İnsanlarımızı Bulgar toplumundan ayırdı, uzlaşma bulup kaynaşmamız yollarını kesti. Hepimizi sahte hayallerle hapladı. Durumun farkına varan memleketi terk etti ve ediyor. Köylerimiz iyice boşaldı. II. Simeon toplumun parçalandığını görse de “Bulgar Etnik Modeli”ne karşı çıkmadı.

Türklerin tarım ve endüstri devrimi özlemi engellendi. Gazeteler Bulgaristan köylülerinin geçimini yıllar yılı sağlayan tütüncülüğün BULGARTABAC şirketinin özelleştirilmesiyle Ahmet Doğan, Delyan Peevski ve Boyko Borisov – üçlü ortaklığı olan Dubay merkezli “Ti Ji Ey” şirketine geçtiğini yazıyor. Üreticimize iğne, kınnap, sicim, çul, sırık, ram kalık, enser vs vermekten aciz bu üçlü Dubaycı grup,  serbest bölgesinde büyük bir sigara fabrikası kurmuşlar. Halkın dilinden, gözünden ve hıncından korkuyorlar tabii. II. Simeon bu üçlüye katılamamış. Ama o da hırsını, 5 milyon Dolar tutarında çam kesip tomruk halinde Yunanistan’a satarak aldı. Dede ve baba mal mülküne pek oturamasa da niyetini gizlemedi.

Onlar, köylümüzün lokmasını sayanlardır.  Etnik azınlığımızın kaderi üzerinde hak iddia eden şirketlerin hiç birinin yönetiminde bir tek Türk müdür, temsilci ya da üye yok. Bu hırsızlık, bu dolandırıcılık, bu dalavereci düzen II. Simyon’un başbakanlığı döneminde biçimlendi.

Aç ve işsiz insan kolay yönetilir ahlaksızlığına dayandılar. Topluluğumuzun yeşermesini engelledi.  Bulgaristan Türklerine ve Müslümanlara devamlı bedava yalan hapı dağıtıldı. Gerçekleri göremedik.

Başbakanlık yıllarında II. Simeon toplumsal demokratikleşme ve halkın bilinçlenmesi süreçlerine yol vermedi. Bu konularda A. Doğanla el ele verdiler. Bulgaristan politikasında rota değiştirme de 2004’te NATO üyeliği ile başladı. Balkanlarda en büyük askeri üssü Kosova’ya kuran Pentagon, memleketimizde de 3 üslük alan beğendi ve artık konuşlandı. Bu gelişmeye Rusya’nın tepkisi gecikmedi. Burgas – Aleksandropolis Petrol Boru hattı, 1,5 milyar US Dolar harcaması yapılan “Belene ATS”, “Güney Akım” Doğalgaz boru hattı dosyaları kapandı. Rusya ile ticaretimiz de sıfırlandı.

Tüm bu gelişmelerde ikili oynayan II. Simeon şok olmuş olabilir mi? Yoksa başkasının sırtına 100 sopa az mantıyla aman “hırsımı aldım” mı dedi?

Hayali kararmış insanlar, umutsuz kalınca, o dönem ateş böceğine ışık diye sarılıyorlardı. Sofya’da tanıma fırsatı bulduğu, Demokratik Güçler Birliği (CDC) Başkanı D-r Jelü Jelev onu korkutan ilk kişi oldu. 1990 – 1997 döneminde 2 defa büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı seçilen D-r Jelev, görev süresi bittiğinde, “Liberal Seçenek” (Liberalna alternativa) adlı bir parti kurdu. Seçime girdi ve % 0,32 oy aldı. Toparladığımızda, Bulgar seçmenin “uyuşturulmuş” ve “ayık” gibi iki durumda yaşadığı ortaya çıkıyor. Jelev’i 1990’da ve kendisini 2001’de seçenler sanki uyuşturucu almıştı. Toplum tansiyonuna tavan ve dip yaptıran sihirli bir güç var ki, o zaman hala çözemediği bir hesapla kendisine şans tanımıştı. 26 yıldan beri hiçbir yönde köklü değişim olmayan bu ülkede kendisinin sözde Çar sıfatıyla boy göstermesi “demokratikleşiyoruz” masalını 5 yıl beslemişti, aklından geçen buydu.

Bu fikirlerin beyninde dolaştığı yer Viyana uçak limanıydı. Ortada ne hol ne yumurta,  hem de ondan istenenlerin hepsini fazlasıyla yerine getirmişken, “ayakkabı ve çoraplarınızı çıkarınız” demeleri ve etrafı koklayan şu köpek.

Hava limanı sürprizi!

Bildiği bir şey vardı: Küçük devletler komşu büyük devletlerden her zaman korkmuştur. Bulgaristan da komşusu Türkiye’den korkuyordu. Bir yandan Rusya’nın diş bileyişi, Avrupa’nın da parçalanırsam ne olur diye kara kara düşündüğü bir ortamda, elle tutulmayan gözle görülmeyen Türkiye korkusuyla yaşamaktan daha iyisi sanki yoktu. Almanya Başkanı Merkel bile “Türkiye’ye 3 milyar Euro verelim de korku selini gemlesin” demedi mi? Aslında korkunun büyümesi veya küçülmesi için Türkiye’nin bir şey yapmasına gerek yoktu. Sınır boyunda gece gündüz tur atan sığınmacılar, “hadi geçin!” ,  “Büyük Göçle” gelenler, “hadi dönün” her şeye musallat olanlar da  “yolcu yoluna” havası koklasa, Bulgaristan İslam-Arap seline boğulur vs. vs. Fakat Türkler komşusunu sevip sayan bir millet olduklarına, dostluklara kıyamazlar…

Orası öyle de, çorabını çıkarırken, gözleri, onun olmayan Çarlığın prensi oğullarından çok daha genç yaşta olan polisin masası üzerindeki bilgisayarının yanında, İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” eserine takıldı. Ayraç eserin tam ortasındaydı. Osmanlı Sadrazamı Sokoğlu bu köprüyü Müslümanlıkla Hıristiyan dünyasını bağlamak niyetiyle kurdurmuştu. Kemerleri altından hayat akarken, üzerinde olan beraberce yaşamanın güzelliğiydi.  O gün bu gün, ne orada ne de Bulgaristan’da hayat değişmedi. Halk toplulukları “Papazla Hoca gibi sevişmeye devam etti.” İki kez yönettiği bu küçük ülkenin ne geçmişinde, ne bugününde ne de geleceğinde herkesin birlikte aynı anda üzüleceği ya da sevinebileceği bir şey gösterebilecek durumda değildi. Dedesinin, babasının ve kendisinin toplam 43 yıl yönettiği toplamda insanlar birbirlerinden iyice uzaklaşmıştı. Ötekileştirmenin açtığı hendek artık çok derindi. Bu bakıma Andriç’in eserinin masa üzerinde durması anlamlıydı. Bu eser Balkanların Müslümanlardan temizlenmesinin acısız sızısız yapılması sürecine ışık tutuyordu. Oysa artık Balkanların baştan başa Müslümanlaşmasından söz ediliyor, Suudi Arabistan kralının sığınmacılara 200 cami yaptırmak istediği konuşuluyordu.  Karşısındaki genç memur Çar’ın gözüne bakıp “bir işe yaramadın” dese, cevabı yoktu. Hem Moskova’ya, hem Washington’a, hem Berlin’e hem de Viyana’ya yaranmak imkânsızdı. Bataklıkta vurulan av, köpeksiz çıkarılamazdı. Avrupa’ya pazarlanan Balkanları, Bulgaristan’ı Amerika kaptı ve Türkiye’ye gün doğdu. Bu işi yönetenler halkın koyu gölge aradığını iyi biliyordu. Onu Sofya’ya uğurlarken beklentisi olan Viyana gölgesi ise kestane gölgesi gibi alacaydı.

Sustu.

Bu konulara girmesi doğru olmazdı. Sırbistan parçalanacağı kadar parçalanmış, birçok egemenliğin bayrağı yan yana dalgalanıyordu. İki asır geri gidilse, yeni devletlerin hepsi Avusturya’nın dolaysız himayesinden kopmuştu. Ne yazık ki, o güzelim diyarı Osmanlı anıtları gibi anlatan iz dahi bırakamamışlardı. Hele şu sığınmacılar konusu, Avrupa Birliği’ni Polonya, Çek, Macar ve Sloven dörtlü olarak Merkez Avrupa Grubu ve Almanya ve Fransa ikili – Batı Grubu olarak ikiye bölerken, Avusturya yalnız kalmıştı.

GENÇ POLİSİN, “Gidebilirsiniz!” Dedidiğinde kendini derin uykudan uyanmış gibi hissetti.

Düşenin dostu yoktur. Loş odadan çıkarken, İspanya’nın Endülüs diyarında bir dağ eteğinde bulunan sık sık uğradığı, Güneşin batışını görmeyen Dağ evini hatırladı. Güneş doğarken ve batarken aynı büyüklüktedir, diyenler doğruyu söylemiyordu. O böyle bir batışı hak edecek ne yapmıştı!

Reklamlar