İbrahim SOYTÜRK

21 Ekim 2013 akşamı Sofya’da Ulusal Kültür Sarayı’nın 7. salonunda, 1983 yılına kadar Bulgaristan Komünist Partisi (BKP) Politik Büro üyesi, 1990’dan sonra kısa bir dönem Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP) Başkanı olan ve 1961’den 2001 yılına kadar devamlı milletvekili seçilen Aleksandır Lilov’u anma töreni düzenlendi.

O, BKP’yi – BSP’ye dönüştüren ideolog olarak bilinen, uzun yıllar Çağdaş Sosyolojik Teoriler Enstitüsü Rektörlüğü’nde bulunan Aleksandır LİLOV, un sağlında halk tarafından fazla anlaşılamayan bir politikacıydı. Sağcı siyasetiyle bilindiğinden dolayı Bulgaristan Sosyalist Partisi’ni Sosyalist Enternasyonal’e (SE) değil, Avrupa Sosyal Demokratlar Birliği’ne  (PEC) üye yapan da yine o olmuştu. Şimdiki dönem BSP Başkanı Sergey Stanışev PEC Başkanı görevini yürütüyor.

Gerçekleri görebilmemiz için, daha derinlere bakalım başlığıyla başka birini değil de Al. Lilov’u konu etmemiz, 1983’e kadar BKP MK Polit Büro üyesi ve ideoloji işlerinden yani yapılan her şeyin fikirsel esaslandırılmasından sorumlu bir Merkez Komite sekreteri sıfatıyla onun çalışmalarını büyüteç altına almamız, aslında çok büyük önem arz etmektedir. Bulgaristan’da yaşayan Türklerin adları, baba adları, soyadları, köy adları, mezardakilerin adları, bulundukları yerlerin, dağ tepe, tarla bayır isimleri, iş hayatındaki bütün değişim ve sözler vb. değiştirilirken amaç neydi?

Türk dilinde yazılmış ve Bulgaristan’da basılmış tüm eserler, Bulgaristan Türk sanatçıların seslendirdiği Türkçe müzik kayıtlarını toplatıp yok etmek bir saçmalık değilmiydi!

Kitap yakmakla kaset kırmakla bir halk topluluğunun ruhu yok edilebilir mi?

Türkün belleğinden Türklük kazınabilir mi?

Bulgaristan’da Türk ve Müslüman geçmiş yalnız devlet kayıtlarından değil, umumiyetle Türklük ve İslam varlığı olarak, coğrafyasından, tarihinden, kültüründen, etnografisinden vb. tamamen silinebilir mi?

Bulgaristan’daki camiler yıkmakla biter mi?

Bu bakış açısından analiz edince, Al. Lilov’un büyüklüğü, planlanan vahşetten en büyük zarar görecek olanın sonunda, Bulgar devletinin kendisinin olacağını öngörebilmesidir ki, hakikaten de öyle olmadı mı, devletin tüm katlarında yönetici rol oynayan BKP, onun totaliter rejimi çökmedi mi?

Şöyle ya da böyle, özünde Türklük ve İslam düşmanlığı olan diktacı totaliter politikanın oluşturulduğu, biçimlendirildiği, meclis kararlarıyla, genelge ve yürütmeliklerle, polis, jandarma ve asker gücüyle, yargısız infazlarla uygulandığı tarihsel dönemin belirli bir aşamasında, Al. Lilov politika üretildiği ateşle sunun örsle çekicin bulunduğu yerdeki usta demircilerden biriydi. Başka bir kıyaslamayla eşek arıları yuvasındaydı.

Onun T. Jivkov’un en yakınında olan biri olarak vahşet ve düşmanlık politikasına karşı koyması öngörülü büyüklüğünün ölçüsüdür.

Kültür Sarayın’da düzenlenen anma töreninden sonra, Al. Lilov’la birlikte çalışan o yılların Bulgar TV Genel Müdürü Pavel Pisarev gazetecilerle yaptığı söyleşide, seçkin düşünürün bu yönlerini anlattı. Ne yazık ki, bu anma toplantısına,  bugün BSP ile hükümet ortaklığı olan Hak ve Özgürlük Partisi (Sözde Türk Partisi) yönetiminden gelen olmadı.

Bugünkü BSP bizi seven ve sevmeyenlerin bir kartopudur. Öz geçmişini kendisi ayrıştıramazsa eriyip bitmek zorundadır. Bu açıdan hem dostu ve hem de düşmanımızı çok yakından tanımamız ödevlerin ödevidir.

Türklüğü eritme” döneminde komünist partisi ve sosyalist devlet dâhil, Bulgar toplumu dipten tepeye hastalanmıştı desem, genç kuşaklar yazdığımı anlamakta güçlük çekebilir. Çünkü bir gün önce beraber olduğun, komşuluk ettiğin, hiçbir sorun yaşamadan aynı iş yerinde birlikte çalıştığın bir arkadaşın, devlet böyle dedi diye, bir gün sonra yüzde yüz döneklik etmesi, sana acıyorum numarası yapması veya hiç sebepsiz düşman kesilmesi, ancak ve ancak zehirlenmiş, çarpıtılmış bir toplumsal ruhta baş gösterir. Komünistlerin düşünme biçimi deterministtir (gerekirci). Yani sebep netice mantığına dayanır, sebep olmadan netice olmaz. Bu mantığa göre, Türk’ten Bulgar yapmak, saçmalıktan başka bir şey değildi, çünkü Türkün Bulgar olmasına ortada bir geçerli neden yoktur.

Bunu derinden anlayan, olup bitene içten içe öfkelenen, kendini tutamadığı için cezaevini boylamayı göze alan, zindanlarda Türklerle birlikte yatan Bulgarlar da vardı.

1980’li yılların ikinci yarısında normal Bulgar’ın ne anlamak ne de algılamak istediği ruhsal ve bilinç sel ters dönüş zorla dayatılmıştı.

Olaylar kuş uçmaz kervan geçmez bir ortamda, her şey herkesten gizli yapılıyordu.

Öyle de olsa, Türk cemaatinin içinden bir iki kişi değil,  herkesin aynı anda, aynı günde, aynı konuda, aynı şekilde değişerek, kâğıt üzerinde bile olsa, ben Türk değilim, Bulgar’ım demesinin asla mümkün olamayacağını çok iyi anlayan Bulgarlardan birçoğu büyük bir soğukkanlılık göstererek komşuları ve dostlarıyla iyi münasebetlerini korumaya çalıştılar.

Olup bitene içten içe gülüyorlardı. Ve bu alaylı gülüş daha 1972’te Pomakların başına Bulgar kafesi geçirildiği zaman başlamıştı. Bu gülümsemede içsel tepki vardı. Bu tepkiyi dost çevrelerinin dışına sızdıran ve BKP MK Politik Büro gizli toplantılarına taşıyan Aleksandır Lilov’tu. Onun görüşleri, yine bu çevreden kaynaklanan bilgilere göre, 1981’de vefat eden (kimilerine göre canına kıyan) bir başka Politik Büro üyesi olan Lüdmila Jivkova tarafından destekleniyordu.

80. jübile yıldönümünü anmak için şimdiki BSP Yönetim Konseyi üyelerinin hemen hemen hepsinin hazır bulunduğu 7. salonda, pek tabii ki, Al. Lilov’un  “eritme” politikasına tepkili düşünceleri ve bu fikirlerin 1983 yılında Politik Büro ve Merkez Komitesi Sekreterliğinden uzaklaştırılmasına neden olduğu anımsatılmadı.

Uzak görüşlü bir stratejik düşünür adamı olduğuna değinilirken en çok korktuğu iki hususa yer verildi:

Biri, Bulgaristan halkının çok sefil bir duruma düşeceği;

İkincisi de, sosyalist parti içinde liderlik kavgalarının çok fazla kızışacağı öngörüsüdür.

O, bunların ikisini de, daha o zaman, doğru biçimde ön görmüştü.

Bulgaristan halkı hakikatten çok sefil durumda bulunuyor, Avrupa Birliği ülkelerinde en yoksulların bizler olduğumuzu söylemekle yetinmeyelim, artık ne yapılacaksa yapmaya başlayalım, çünkü tüm devrimler yoksulların öfkesinden alevlenmiştir.

BSP yöneticileri arasındaki kavga da almış yürümüştür, eski parti başkanı ve cumhurbaşkanı Georgi Pırvanov’a oligarşi içinde aldığı yer artık dar geldiğinden, tepiniyor.

Eski İç İçleri Bakanı Rumen Petkov ise, sefillerin saflarına düşersem, bir daha kalkabilmem mümkün olabilir mi, diye düşünüyor.

Bulgar dilinde yazılan birçok ideoloji ve politik stratejisi yapıtını kaleme alan Al. Lilov, (T. Jivkov hiçbir kitabını kendisi yazmamıştır, fakat Al. Lilov’un kendi eserlerini kendisi yazdı) hem derin hem de önü açık bir fikir adamı olarak takdir edildi. Onunla aynı çağda yaşayan,  Amerikalı politik deha Zbignev Bjejinski, onu dünya siyasetini belirleme merkezinde görev almaya, Washington’a davet etti. O, daveti elinin tersiyle geri itse de, böyle bir teklif almasının temelinde, onun “Türklerin Bulgarlaştırılmasına karşı çıkışı” ve aldığı politik tavrın önemli rol oynadığına işaret etmek yerinde olur sanırım.

Çok ısrar edilmesine karşın, Al. Lilov bir anı eseri kaleme almadan gitti bu dünyadan. Üsteleyenlerin kanısına göre, onun bildiği çok sırlar vardı ve o bildiklerini beraberinde götürerek, sosyalist partiyi parçalanmaktan korudu.

Bulgarlaştırılma” hedefinde amansız bir saldırı vardı.

İşin özüne bakıldığında bu, can çekişen birinin çığlığı, derin bir kuyuya düşmüş ve oradan çıkamayan, kendini kurtaramayan birisinin son haykırışı gibi bir şeydi.

Tarihsel açıdan bakıldığında “eritme” politikasına gerekçe yoktu.

Türkler Türk olduğu kadar Bulgarlar da Bulgar’dı, aynı kökten gelseler bile iki ayrı kardeş dal olarak gelişirken iki farklı dinle biçimlenmişlerdi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ve savaş yıllarında faşizme karşı mücadelede omuz omuza olmuşlardı.

1944’ten sonra sosyalist dönüşümleri birlikte gerçekleştirmişlerdi.

Sosyalist üretim büyük yükünün daha ağır kısmını sırtına alan aslında Türklerdi.

Dürüst, namuslu, huzurlu, hoşgörülü bir halk topluluğu olarak bilinen Müslüman Türkleri zorla kışkırtmak, hayır alameti değildi.

BKP üyeleri arasında bizim huzurumuza çomak sokulmasına karşı olan, ama sesini yükseltemeyenler çoktu. İdeolojik olarak, partinin enternasiyonalist bir davanın müfrezesi olduğuna inananlar, bizden yanaydı. Bu inançta komünistin milleti olmayabilirdi, ama komünistler soysuz, köksüz ve milletsiz değildi. Enternasiyonalizm milli mensubiyeti yadsımıyordu. Bu anlamda, Türk adları kimsenin huzurunu bozmuyordu.

O zamanlar, Türklerin Türklüğüne karşı yazı yazan herhangi bir Bulgar ya da Türk aydının bunu kendi isteğiyle, inanarak kaleme aldığına inanmadığım gibi, gizlice zorlamalardan onur ve vicdan meselesi yapmak istemediklerini, her şeyin geçici olduğuna inandıklarını, başlarına gelenleri suskunlukla geçiştirdiklerini bilmeyen kalmadı.

Yaratılan ortam, sertti, dağda başında geçen yıldan kalmış kar değildi, ansızın düşmüş, her yeri kaplamış ve sert bir havada tutunmaya çalışırken çok kaygandı.

O, elle temizlenecek, süpürüp savrulacak, ayakla itilecek bir baş belası olmaktan çok, hepimizi felce uğratan bir felaketti. Güneş tutulmuştu!

Ben bu tabloda, Al. Lilov’u çardak kuytusuna sığınmış cırlayan bir kuş gibi görüyorum. Herkesin gönlünde beslediği umut “sabreden derviş, muradına ermiş” olarak şekillenmişti.

Hepsi birdir,” “Hepsi Bulgar değil mi!” “Komünist dediğinin gözü kör olsun vb.” işitmeye alışık olduğumuz hazır cevaplar varken, böyle bir yazı yazmanın ve okura sunmanın anlamını anlamakta güçlük çekenler olabilir.

Biz, “kendi tarihimiz var bizim!” diyoruz.

Bulgar devletinde Bulgar ulusuyla birlikte yaşarken başımıza gelenlerin özel bir tarih sayfası oluşturduğundan eminiz ve bize ait sayfada diğer tarih anlatımlarında rastlanmayan özellikler olduğuna da inanıyoruz. Buna dayanarak, Bulgar okullarındaki Türk, Pomak ve diğer Müslüman öğrencilere “kendi etnik tarihlerinin okutulmasında ve onlara kimlikleri üstüne derin bilgi sunulmasında” ısrarlıyız.

Bunu yaparken, Bulgar halkını ve bizim de yaşadığımız bu ülkede 40 yıl iktidar olan BKP’yi bir homojen bütün olarak görmemeliyiz.

Al. Lilov örneğinde görüldüğü üzere, en tepelerde bile kimliğimizle, onurumuzla, geçmiş ve geleceğimizle alay edilmesine karşı olanlar vardı.

Bulgarlaştırma” süreci de dâhil, yakın geçmişimize ait olan her bir olayın bir daha ele alınarak incelenmesi zamanı geldi.

Çünkü Bulgaristan politik ortamındaki güç dengeleri devamlı değişim gösteriyor, taktik ve stratejik bağlaşıklarımızı tekrar tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor.

Değişik akım ve gruplaşmalara karşı yeni tavır almamız kaçınılmaz oldu.

Öte yandan, geçen yüzyılın politik kişileri ve olayları üstüne birçok eser yazıldı, daha önce sır olan pek çok şey açıklandı. Yenileri de yazılıyor, fakat nedense, HÖH partisi geçmişimize ayna tutma konusunda çok pasif. Neden acaba?

Bulgaristan’ın yakın tarihinin en büyük yüzkarası olan,  “Bulgarlaştırma” sürecinin son ayrıntıya kadar irdelenmesinde, bu konuda sık eleyip sık dokunmasında nedense ısrarlı değil, yazılıp çizilenler ancak güncel politikaya hizmet ediyor.

Ara sıra salınan bir balon var. “Eritme” politikası gizli servis “DC” ye bağlı Türk ve Müslümanların isteğiydi, saçmalığını yayanlar oluyor.

Öyle olsa, Türk ajanlar başka neler neler isteyebilirdi. Türkler istediler de, gerçekleşen bir şey mi oldu? Dosyalar açıldı. Kitaplara döküldü. “Türk adımı istemiyorum, bana Bulgar adı vermezseniz kendimi yakacağım!” gibi muhbir yazısına rastlandı mı!

Yok! Yok! Ve Yok!.

Öyleyse, kanımca cilt cilt dosyaların birçoğu uydurmadır….polisler yaza yaza yazar oldu…

Gerek soydaş aydınların uğraşısı olarak, gerekse Türkiye Cumhuriyeti bilim adamları tarafından yapılan araştırma da nedense ele aldığımız konunun tam dibine inilmedi.

Bulgarca çıkan bazı kitaplarda, Bulgaristan tarımında ve inşaat ve hafif sanayi gibi sektörlerde ana üretim gücü olan Türklerin rahatını ve huzurunu bozacak olan “Bulgarlaştırarak kimlik eritme” politikası sosyalist düzeni yıkmak ve komünist rejimi devirmek için Amerika tarafından icat edildiği ve kışkırtıldığı ileri sürülüyor.

ABD’nın, Bulgaristan Türklerini bu iş için eğittiğine, silahlandırdığına, onlara para gönderdiğine kanıt yok. Olmayan şeyin kanıtı da olmaz.

Etkin olan radyo yayınlarıydı. “Stratejik derinliği ve tutarlılığı olmayan Bulgarlaştırma politikasını” yenilikçi M. Gorbaçov’un dayattığını yazıp çizildi.

Bu da bir balondu. Başımıza örülen bu olayın, politik olarak dibe çöken, diktatör T. Jivkov’un kendi eşekliği olduğuna inanalar bugün de çoğunluktadır. Onu da, 1944’te devrilen faşist rejimin istasyon şefi Geşev’in ajanı gösterip, ellerini yıkamak isteyenler, bugün de yazıp çiziyor. Arada bir “bu sayfa okundu” diyenler ortaya çıkıyor. Eğer bu sayfa okunmuşsa, bu defa Türklere, Pomaklara, Türklüğe ve İslam’a karşı yazılıp çizilenler toplatılıp yok edilsin.

En önemlisi, 1983’te meydana gelen ve Al. Lilov’un bizim kimliğimize dokunulmasını tehlikeli bulduğunu doğrulayan bilgilerin 30 yıl sonra halka ulaştığı dikkate alınırsa. Bazı gerçeklerin çok daha derinlerde olduğunu kabul ederek, araştırmamıza devam eldim görüşünde birleşelim.

Al. Lilov 1983’te “Bulgarlaştırarak eritme” politikasını onaylamadığından dolayı BKP MK Politik Bürosu’ndan ayrılmaya zorlandığı ve süt dökmüş kedi gibi, Çağdaş Sosyolojik Teoriler Enstitüsü Rektörlüğü’nü kabul etmek zorunda bırakıldığı, artık tüm basına yansıdı.

1990 yılının başında Bulgaristan Sosyalist Partisi Başkanlığına seçildiğinde bir forum toplayarak “soya dönme” politikasını büyük bir yanlış olarak yorumlayan da o oldu. Demek oluyor ki, o bildiğinden şaşmayarak, ilk fırsatta, fikirlerini politik güç haline getirmekte ısrar etti ve muvaffak oldu.

Al. Lilov’un birbiri ardından gerçekleştirdiği adımlarla, bildiğinden şaşmayan ve prensipli bir siyasetçi olduğunu kabul eden, hayattaki eski tüfekler “Lilov ‘soya dönme sürecine’ tamamen karşıydı ve gizli parti toplantılarında bu ruhta konuşmalar yapıyordu.” ifadeleriyle sohbet açmaya başladılar.

Al. Lilov, eserlerinde Bulgaristan’daki etniklerin kimliği üstüne milliyetçi tavır almamıştı. “Türk vatandaşların kimliğine saldırılması çok ağır bir sonuç doğurur,  bu işe girişilirse, hesabını ödemek çok zor olur,” diyordu.

Bulgar basını aslında bu konuyu işlemelidir.

Yardımlaşarak daha derinlere bakalım, ya bunu kim yapacak, ebetteki ilk bu işi Türkler başlamalı daha sonra Bulgarlar da bunun peşinden gelecektir. İşte halk bu gerçekleri çıkarabilecek kişileri Bulgaristan Parlamentosuna göndermelidir.

Tabii, kader diyelim gitsin, demek de, elde bir….

Reklamlar