Salih Ali Süleyman
Ludogortsi, Razgrat
1947 -1985 

 

Köyün çeşmecisiydi. Yenilerini yapmak, eskilerinin tamiri, harcanan suyu ölçmek, paralarını toplamak, hepsi onu bekliyordu. İşi basbayağı taşkındı, bazı yoruluyordu, ama şikayetçi değildi. Çünkü insanlar arasındaydı. Öbür türlü dört duvar arasında iki çocukla delirecekti adeta. Rahatsızlığının nedenleri de vardı hani. Küçük yaşta babasız kalmış, çileli bir çocukluk, gençlik geçirmiş, yakında da gencecik eşini yitirmişti aniden! Küçük kızı Sevincan’ı ve oğlu Muammer’i evde anasız gördükçe içi burkuluyordu, kalbi acıyordu. Yürümemiş de yürümemişti talihi. Bu dertleri yetmiyormuş gibi, bir de ad değiştirme belası gelip çatmıştı. Yerde mi geziyordu, gökte mi, o da bilmiyordu.
Bu ruh sıkıntısını önce anası sezdi ve bir akşam onun evine vardı. Salih televizyonun arka kapağını açmış bir şeyler yapmağa çalışıyordu. O kadar dalgındı ki, anasının içeri girdiğini bile anlamadı. Aniden yanında görüverince biraz afalladı, suç üstünde yakalanmış gibi kızardı bozardı. Münevver anne:
– Sen nabesin ya? diye sordu. Bozuldu mu yoksa?
– Hayır, bozulmadı, ama diye cevap verdi yarım ağızla. Bir şeyi yok!. ..Salih biraz ikiledi, ama anasıydı soran. Ona değil de kime gü­venebilirdi.
– Şunun içine eski kimliğimi saklıyorum, ana diye itiraf etti ba­kınarak. Zamanları görüyorsun ya. Bir gün gelir, gençler açıp bakar, okurlar. Türk adımla anarlar beni.
Münevver anne ürkek, ürkek:
– Bu ne demek ba uşaam? Ne olacakmış sana? Hem bana bak, üzülme bu kadar. Şükriye, Allah rahmetini gani eylesin, artık dönmeyecek. Adlarımıza gelinceyse, umum dert küçük dertmiş, onu düşünenler vardır. Bir gün gelir, düzelir inşallah. Sen onları değil, uşaklarını düşün kalan. Baksana, iki tane, gül gibi onlar …
Ana oğul sohbeti gecenin geç vakitlerine kadar devam etti. Münevver nine, nice nasihatlarda bulundu, teselli etmeğe çalıştı, Amma Salih hep görüşlerini savunuyor, “Biz Türk’üz, ana, kimsenin bizim adlarımıza, haklarımıza, dokunmağa hakkı yok” deyip, kestirip atıyordu.
Ertesi gün görev icabı İsperih’e gitti. Dönüşte otobüs durağına çok insan toplanmıştı. Sürücü, kalabalığı görünce, alayımsı bir tavırla:
– Eski Bulgarlar hiç sokulmasın. Bu gün yalnız yeni Bulgarlar’ı alacağım. Onlar şuurlu olarak Bulgarlığa döndüler, adlarını aldılar ve böyle bir önceliğe layik oldular, dedi ve ha- ha-ha- diye bir kahkaha attı.
Adlar alınalı iki ay var yoktu. Yaralar pek tazeydi, ufacık bir dokunmadan kanıyorlardı. Bu alay tüm Türk asıllı yolcuların kalplerine iğne gibi battı. Ama kimse tepki göstermedi. Her biri başını eğmiş, iç çekerek otobüse bindi. Salih, şoförün ardındaki yere oturdu. Otobüs kalktı. Şoven ve farfara sürücü, yolculuk es­nasında da devam etti fakat. Kah bilmediği tarihi olaylara dalıp çıkıyor, kah asılsız, mantıksız yorumlar yapmağa çalışıyordu. Böylece Ludogortsi ‘ye, yani Salih’in köyüne vardılar, ama o, durakta inmedi, devam etti. Hopur hopur titriyordu. Sonra Yonkovo, Yasenovets köylerini arkada bıraktılar. Sürücü hep aynı ruhta devam ediyordu. Salih aklı selim bir gençti, ama sabrı tükenmiş, sinirleri adamakıllı kabarmıştı. Bunalım halindeydi. Bir ara kalktı, daima cebinde taşıdığı tornavidayı mantosunun cebinden çıkararak birden bire direksiyon­daki sürücünün üzerine çullandı. Derken başka yolcular araya gir­diler, belanın önünü aldılar.
Evet, belanın önü alındı, ne sürücüye bir şey oldu, ne yolculara, ama olay büyüdükçe büyüdü. Salih, daha o gün tutuklandı. Razgrat’ a, Sofya’da sorgular, mahkemeler devam etti. Üvey babası Mümün Hoca, Salih’i seviyordu. Münevver anneyle ikisi ellerindeki varını yokunu savurdular, her davaya çift, çift avukat tuttular, ama kur­taramadılar. Sancak Mahkemesi 16 yıl dedi de, Yüksek Mahkeme bir gün olsun azaltmadı cezasını.
Bir şovenin üzerine yürümeyi, casusluk ve insan öldürme gibi nitelediler ve suçlandırdılar Salihi’i tüm savcılar. Bu on altı yılı Be­lene’ de, sivrisineklikte geçirecekti, ama Salih buna da razıydı, hatta memnundu bile. Zira o kargaşalı günlerde her şey olabilirdi. Nitekim, oldu da …
Salih, Belene ceza kampına sürüleli çok olmamıştı. Münevver anne ve Mümün Hoca yakında görüşmeye gitmeye ve hatta Sevincan’la Muammer’i de götürmeyi düşünüyorlardı. Tam o sıra da Plevne’den haberi geldi: “Kendini asarak intihar  etti” deniliyordu. Ölümün nasıl olduğunu bilen yok, ama boynundaki ip izinden başka vücudundaki çürükleri görenler  çok mu  çok …


                                                                                                                     Sunyto Mehmet
25.01.2012/19:00h
***********************************************************************

İntihara Götüren Yol

Ali S. Solak
Bisertsi, Razgrat
1933 -1985 

 

Bisertsi’ de Bulgarlaştırma eylemi, Razgrat ilinin diğer köylerine bakarak, nispeten sakin gerçekleştirildi. Bu sakinlik, razılık ifadesi değildi fakat. Bilakis, insanların içi kan ağlıyordu! Ama köyde yeterli derecede görgülü, ileri görüşlü kişiler vardı ki, ortamlarındakileri adlar sorununun gövde gücüyle değil, er geç medeni bir şekilde, yasalar dahilinde düzeleceğini telkin edebilmişlerdi. Bu sakinlik ve bekleyiş yıllarca devam edemezdi fakat.
İki ay geçer geçmez, bir sabah, köy duvarlara yapıştırılmış çağrılarla uyandı. O gece, resmi daire ve otobüs duraklarına, ev kapılarına, köylüyü dinlerini, dillerini ve soylarını savunmaya davet eden, el yazısı çağrılar yapıştırılmıştı. Köy, ta o vakit kaynadı. İnsanlar, grup grup olmuş, çağrının içeriğini, muhtemel müellifini yorumluyor, çeşitli girişimler planlaştırıyorlardı. Milis, arabasıyla, köpeğiyle köyü bastı, araştırmaya başladı, daha o gün, zaten mimli olan Ali Sü­leyman Solak’ a yöneldi.
Ali, bir hayli öğretmenlik, Zavet Tarım Lisesini dışarıdan bitirdikten sonra ise yerli tarım kooperatifinde brigadirlik, uzun yıllar da Türkçe çıkan çeşitli merkez ve yöre gazetelerine gö­nüllü muhabirlik yapmış, dilini, dinini, milletini seven bir köy aydınıydı. Toplumda olup bitenleri yakından izliyor, gerektiğinde münasebet  alıyordu, katkıda bulunuyordu. Mimli olmasının nedeni de buydu. Kubrat mili s dairesinde sürdürülen sorgu uzadıkça uzadı. Yargıç, eviriyor, çeviriyor, hep çağrılara dönüyor, onları yazdığını, dağıttığını kanıtlamaya çalışıyor, Ali ise reddediyordu. Bir kez istindak esna­sında yargıç dosyadan bir mektup çıkardı ve Ali ‘ye uzatarak:
– Bunu kim yazdı? diye sordu.
– Ben, itiraf etti Ali! Yazdıysam, yabancı  elçiliklere değil, kendi  bakanlığımıza yazdım. Bu ne biçim iş? Bunu niçin Georgi Dimitrov yapmadı da siz yapıyorsunuz? diye sordum. Haklı değil miyim? Maalesef, tam adresini yazmıştım ki, siz bastınız, gönderemedim.
O, sözlerini bitirdikten sonra, yargıç mektupla çağrılardan birini  yan yana koydu ve:
– Bu el yazılarının benzeyişlerine ne diyeceksin?
– Tesadüf olabilir bence!
Sorgu bununla da bitmedi. Bilakis, gittikçe derinleşiyor, ciddi­leşiyordu … Senaryo aynısıydı. Belli bir zamanda gelmesini istiyorlar, bütün gün bekletiyor, akşam üzeri “Git de, yarın gene gel!” diyorlar veya derhal içeri alıp dayaktan geçiriyor, yarın aynısını yapacağız, düşün de gel ihtarıyla salıyorlardı.
Bir gün Ali, çok bitkin döndü sorgudan. Eşi Affe onu daha sokak kapısında karşıladı ve endişeyle:
– Ne oldu Ali? diye sordu. Çok mu dövdüler?
Ali, orada yanıtlamadı. İçeri girince, gömleğini çıkardı. Tüm vü­cudu kızarmış, morarmıştı. Neyle dövüldüğü belli değildi. Söylemedi de. Yalnız oğulları Sabahattin’le Bedrettin bilmesinler diye tavsiyede bulundu. Oğullarını üzmek istemiyordu Dinlenmek üzere biraz uzandı. Ne arkaca yatabildi , ne yanca. Her yerleri acıyordu. Biraz sonra kalktı “Şu hayvanlara biraz saman vereyim”, deyip dama doğru gitti. Gitti, fakat dönmedi …
Affe, kuşkulandı, hemen dama vardı. Evet, aklına gelen başına gelmişti. Ali, ezgiye, cefaya tahammül edememiş, sayada kendini asmış, sallanıyordu …

                                                                                                                       Sunyto Mehmet
27.01.2012/19:45h
***********************************************************************

Kartal Uçuşu

Adil M. Mehmet 
Golfimo Tsırkovişte, Tırgovişte
1926 -1985 

 

Yerliler ve buradan geçenler iyi bilir, Omurtag belediyesinin en kdçük köylerinden biri olan Golfuno Tsırkovişte köyünün en şirin yeri “Çeşme alçağı”dır. Buraya geldiklerinde yolcular, araçlarını durdurur, biraz mola verirler, soğuk su içip, serinlerler ve minnettar Türklerin mütevazı imkanlarıyla yapılmış bir anıtmezarı başında saygı duruşunda bulunurlar. Mezarın taşında: “Bulgarlaştırma sürecinde direşkenlik gösteren şehit Adil Mustafa’ya ebedi hatıra” yazar. Saymasına sayarlar da, çoğu onun öyküsünü, başından geçenleri bilmez. Adil kimdi, neydi, neyle layik olmuştu bu saygıya?
Adil, çok çocuklu ve yoksul bir ailede doğdu. Bu yüzden de fazla okuyamadı, genç yaşında nafaka peşine düştü. Ev bark olunca, Omurtag, Tırgovişte, Ruse, Gorna Orahovitsa, Veliko Tımovo uzak demedi, tarım, sanayi, inşaat işi seçmedi, çalıştı, çabaladı. O uzaklardayken, eşi Asiye de evde işi yürüttü. Birlik, dirlik içinde geçindiler, dört tane çocuk yetiştirip ele güne kattılar. Adil, biraz rahatladı. “Yetti bu kadar gurbetçilik!”, dedi ve köyüne yerleşti. Yine de el bağlamadı fakat. U zun yıllar tarım kooperatifinde arabacılık yaptı. Dağa mı dağa, taşa mı taşa, ne izin bildi, ne yortu, ne gece, ne gündüz. Sıra geldi kooperatifin işi bitti de, onunki bitmedi. Ya bir hangi komşusunun yasağını sürdü, ya değirmene gidip buğdayını öğüttü.
“Açık kalp le görüşmesini, fakat aynı zamanda sır korumasını bilen bir kişiydi, diye anlattı nemli gözlerle ak sakallı bir köy­deşi. Onu herkes severdi, ona herkes güvenirdi.
Hele de bir misafirperverliği vardı, imreniyorduk doğrusu, Ocağındaki cezvesinde suyu soğmazdı. Onbeşer, yirmişer kişi birden karşılıyordu sırasında, Yalnız Gerlovada değil, Tuna bo­yunda, Deliormanda, Dobrucada dostları vardı. Şendi, evi yansa hasırı yanmazdı, ama ad değişimini çekemedi. Onun için de, yediler başını.”
Evet, bu Bulgarlaştırma’yı Adil, hiç bir türlü izah edemedi.
Ama zamanları görüyordu da, önceleri düşüncelerini paylaş­maktan da çekindi. Daha sonra Yablanovo’ luların direşkenlik­lerini, düzenledikleri etkinlikleri işitince cesaret buldu, sırrını açıkladı. Başkaları da onun gibi düşünüyormuş meğer. Köy bütün bütüne Türk. Hepsi bir tavada kavruluyordu.
Bir akşam köyün merkezinde büyük bir protesto ateşi alevlendirmeyi kararlaştırdılar. Adil, o vakitler hala arabacıydı. Ateşe gereken odunu sağlamayı gönüllü üstlendi. Maalesef, daha ertesi günü milis köyü sardı. Birçok insan tutuklandı. Dağa gitmeye vakit bırakmadılar, Adili kooperatif avlusunda beygir arabasından indirip, cipe tıktılar. Ve gidişi de o gidiş oldu …
Adil, milis dairesinde. Hakaretler önce, genellikle odunla yapı­lıyor. “Odun sağlamayı üstlenmiştin, değil mi, işte sana odun”, diyor şoven ve basıyordu başına, sırtına, göğüslerine, neresine rastlarsa. Öyle öldüresiye değil fakat çektirincesine! Ölüm için belli ve denenmiş senaryo vardı. Birkaç gün sonra işte yine Omurtag hastahanesi. İşte halkın teriyle insanların canına can katmak, ömürlerini uzatmak için kurulan o muazzam bina ve onun iç hastalıkları şubesi. Adil “has­talanmış”ve burada “tedavi” olacakmış.
Mart ayının sonu. Mevsimine göre fevkalade bir gün. Hastanenin avlusunda hala gezintiler vardı. Havadan aniden bir ses geliyor. Bir de baksalar, iç hastalıkları şubesi katından aşağı doğru bir insan uçuyor. Tıpkı kartal misali. Görmeleriyle de önlerindeki betona vuruyor, seriliyor 130 okkalık bir adam. Bütün diller tutuluyor, kimsede ses kalmıyor. Sonra akıl edip acele sarıyorlar etrafını. O hala sağ, şuuru bile yerinde. Ağzından, burnundan, kulaklarından, kol ve bacak adalelerinden kan fışkırıyor. “Adım için, dilim için … ” diye fısıldıyor işitilir işitilmez ve son sözleri de bunlar oluyor. Bel­gelere göre, onun ölümünün nedeni de intihar! .. “

                                                                                                                Sunyto Mehmet
30.01.2012/19:30h
***********************************************************************

Mustafa’nın Parlak Hatırası 

Mustafa B. Mustafa
Sredna, Şumen
1944 -1985

 

O, dört kardeşin en küçüğüydü. Babası bu alemden göçtüğü vakit henüz sekiz yaşındaydı, ama yalnızlık hissetmedi. Kardeşler arasında ayrı gayrı yoktu, ağabeyleri kucak açtılar,okuttular, ele güne kattılar onu. İnşaatçı olarak yörede üstüne yoktu dense, abartma sayılmaz. Eğitimi öyleydi zaten. Tuğlasından, demirinden, hora­sanından, sıvasından, boyasından anlıyor, bir evin temelinden kire­midine kadar her ne gerekirse hepsini büyük bir beceriyle yapa­biliyordu. Ta Yama’dan, Şumnu’dan gelip arayanlar olurdu, ama o, Preslav’ ı tercih etti, oraya yerleşti. Anasıyla, ağabeyleri ve ablalarıyla bir an olsun ilişkisini kesmedi fakat. Saygıları karşılıklıydı. Ağabeylerini baba, yengelerini abla biliyordu. Sık, sık gelip onlarla dertlerini ve sevinçlerini paylaşıyordu.
Olaydan birkaç gün önce yine beraberdiler. Baş başa verip ge­ce yarısına kadar sohbet ettiler. Bulgarlaştırma sürecinin, aslında başlamış olduğunu, er geç Gerlova’ya da sıçrayacağını yorumladılar. – Vermem, abeylerim, dedi Mustafa o vakit. Benim adım var. ben vermem adımı! İster ipe çeksinler, ister kurşuna dizsinler, yine vermem. Mustafa olmak kadar var mı?
O, gerçekten de pek severdi adını. Çok defalar gururla: “Mus­tafalar’ın hamuru başkadır, onun için herkes Mustafa olamaz!”, derdi yarı şaka, yarı ciddi. Son görüştükleri akşamı da tekrarlamıştı bunu.
Aradan birkaç gün geçer geçmez, tahminleri gerçek oldu. Preslav da diğer Türklü köy ve kentler gibi asker bölükleriyle, sarıldı. Zorla Bulgarlaştırma resmen başladı. Mustafa, adını değiştirmeye özel olarak çağırıldı. Çağırıldı, ama gitmedi. İki üç gün iş yerine de uğramadı. Bazı, bazı çıkıyor, kenarda kıyıda biraz geziniyor, olup bitenlere kulak kabartıyor, yine evine dönüyordu. O sabah da çıktı, mahalle meyhanesine uğradı. İçki zamanı olmadığını, bilakis çok ayık olması gerektiğini iyi biliyordu. Zaten içki değildi maksadı. eşle dostla görüşmek istemişti. Tam birasını aldı da.oturdu, milisler de sardı etrafını. Hemen önlerine katıp çekildiler. Önce uğru pek belli olma­dı. Daha sonra Şumnu’nun Üçüncü Milis dairesinde olduğu anlaşıldı.
Milis dairesinde neler olduğunu bilmemelerine rağmen, evde eşi Ayşe, oğulları Zeki ve İlhan, köyünde anası ve bütün yakınları telaş içindeydi. Boşuna da değilmiş telaşları meğer. iki buçuk gün sonra tahmin ettikleri gibi oldu. Milisten değil, hastahaneden “Hastanız öldü, gelin alın!” diye haber geldi! Aldılar.
.. ,’Mustafa’nın vücudu çürükler içindeydi. İki kulağının arkasında birer delik vardı, kanı hala dinmemiş akıyordu. Topuklarının ardında keza kanayan delikler vardı. Ayaklarından asılıp dövüldüğü besbelliydi. Gözleri ise zamkla yapıştınlmış gibi bir türlü açılmıyorlardı. Durumunu görenler, dayanamadı, ikinciye bakamadı. Bir grup kadın Selime nineyi: “Yazgısı böyleymiş … ” diye teselli etmeğe çalışıyorlardı, ama zavallı kadın, vakitsiz giden oğlunun başında Tanrım böyle yazılar yazmaz, bu dinsiz, imansız, canavar işi.” deyip çırpınıyordu …
Ardından kısa bir zaman sonra, kimisi kalp sektesinden, kimisi felçten, kanserden, Mehmet ağabeyi, Emine ablası, Hasan ağabeyi ve nihayet  anası da yana, yana göç ettiler bu alemden.
Gün geldi bir grup minnettar özgürlükçü Mustafa’nın adına anıt yükseltmek istedi, ama “olmaz” diye kestirdi köy  şövenleri.
“Bu adla köy meydanında anıt istemeyiz!” Evet, mermerden anıt kaldırılmadı, fakat kendisini tanıyan tüm namuslu insanların gönül­lerinde Mustafa Bilal’ın parlak hatırası gittikçe yaygınlaşıyor.

                                                                                                                 Sunyto Mehmet
01.02.2012/13:30h
***********************************************************************

Sakin Gösterilen Gergin Yıllar

 

Evet, kızıl milletçiler, 20. Yüzyılın sonlarında, tüm dünyanın gözü önünde, bir milyon dolayında Türk’ün adlarını resmen değiştirmeye muvaffak olmuşlardı. Kimlikler, doğum, ölüm, nikah belgeleri, çeşitli diploma ve başka ehliyetler, tapular, resmi dairelerdeki kütükler, kayıt defterleri yenilendi, merhumlarımızın mezar taşlarındaki kendi adlan silinerek yerlerine de yine Bulgar isimleri, hayatta olup da çalışanların işçi mantolarının yakalarına Bulgar isimleri yazılmıştı.
Milliyetçiler, aynı zamanda, dünya kamuoyunu ortada zorunlu bir olay olmadığını, eylemin, önceleri Türkleştirilmiş Bulgar öz bilinçli kişiler tarafından gerçekleştirildiğine inandırmak, ulaştıkları durumu muhafaza ve kontrol edebilmek için çaba gösteriyorlardı. Bu maksat­la, daha sonraları kendilerinin de itiraf ettiği gibi, 1985 – 1989 yılları arasında gizli servis elemanlarının sayısı 130 000’den 350000′ e çıkarılmıştı. Türk’üm demek, Türkçe konuşmak siyasi hata sayılıyordu. Örf ve adetler yasaklanıyorlardı. Bu istemleri ihlal edenler, ağır cezalara çarptırılıyordu. Soydaşlarımız olur olmaz şeylerden ötürü, birçoğu da hiç nedensiz, aniden milis tarafından toplanıyor, sonra da bir hangi cezaevinden “İntihar etti” veya akla gelmeyecek, hastanelerden “Hastanız öldü, gelin alın!” haberleri geli­yordu!..


Sunyto Mehmet
02.02.2012/14:40h
***********************************************************************

Özgürlük Diye Diye

Hüseyin H. Recep
Rakovski, Razgrat
1944 -1985

 

Soğuk bir kış gecesiydi. Hüseyin, evine geç döndü. Ebeveyn­leri, eşi, çocuklar zaten rahatsızdılar, sabırsızlıkla bekliyorlardı. He­men etrafını sardılar ve soru yağmuruna tuttular onu. Hüseyin’ in ağzı vardı da, dili yoktu sanki. İşitmezlikten geliyor, ürkek, ürkek bakınıyordu yalnız. Ağzına tek lokma atmadan, teselli için bile iki söz söylemeden yatak odasına çekildi. Emine de gitti ardından. Böyle kış gecelerinde odalarına toplandılar mı aile yaşamının zevkine varıyor, türlü türlü hayaller planlar kuruyorlardı. Bu gece durum baş­kaydı fakat.
– Söyle Hüseyin, bana bari söyle, diye yalvarmaya başladı Emi­ne. Niçin çağırmışlar, ne istiyorlar bu adamlar senden? Bu kez de mi söylemediler suçunu? Dövüp sövmediler değil mi, Hüseyin?
Hüseyin, yine öyle ürkek, ürkek kalktı, pencereden dışarı bakındı, sonra perdeleri çekti ve soyunma ya başladı. Emine, işin farkına vardı, hemen onun gömleğini kaldırdı ve kaldırmasıyla da ne görsün, tüm sırtı mosmor, çürük çürüktü.
– Sorgu yarın da devam edecek, diyebildi ancak Hüseyin, fısıltıyla ve endişeli, endişeli …
Dedi ve yatağına uzandı. Gece yansı çoktan geçmişti. Çocuklar öte yanda mışıl, mışıl uyuyorlardı. Hüseyin hala uyanıktı fakat. Ne vesvese aman aralık veriyordu ona, ne de sızıları. Ogün olan olmuştu, sabahsı ne olacaktı acaba? Dayanabilecek miydi bu kez? Oysa, saklısı kapaklısı yoktu, kendini suçlu görmüyordu, iğnesinden ipliğine kadar anlatmıştı olup biteni.
Hüseyin, aslında tesviyeciydi, ama çiftçilik de geliyordu elin­den, hayvancılık da, arabacılık da, arıcılık da. Onun için de başı sıkılan onu buluyordu. Kimseye de olmaz, diyemezdi hani. Ama öyle beş kuruşun hatırı için değil, gönüller kırılmasın diye.
Evinde birlik, dirlik vardı. Fidan gibi yetişen bir oğul, peri güzeli misali bir de kız babasıydı. Onları da bir okutup, kırıp sardı mı, hepten de rahatlaşacaktı. Sağlık olsundu yalnız. Ama işte o, en önem­lisi, gitmişti elden! Neden?
Bir sülale meselesi çıkmıştı köyde. Ruse’ de oturan bir kişinin sülale kökünü aramak gelmiş aklına. Yollara koyulmuş güya arayıp taramış ve sonuç olarak da “Bu gün kendini Türk bilerek, Rakovski köyünde oturan onlarca kişi bizim Bozmarlar sülalesine mensuptur, daha lakabımızdan belli … ” deyip kestirirmiş adam. Sonra da bu köye gelip “Ben sizin yeğeninizim. Biz akrabayız” demiş. Daha sonra sülale toplantısına davet etmiş insanları. Gazeteciler de, fotograf makinelerini omuzlayarak, kalemlerini sivrilterek akın etmişler Ra­kovski ‘ye. Bir korku, bir endişe almış bütün köyü. Konuşanların, zamanın istemlerine uymaları gerekiyormuş tabi. Hüseyin yılmamış bu söylentilerden.
– Bak beri be arkadaş, demiş adama. Benim adım Hüseyin Harunov. Yedinci gömleğe kadar tanırım sülalemi. O senin “Bozmarlık” rivayetin fasa fiso. Sen kendine sülale kökü arayacaksan, başka yerde ara. Biz ismimizi, cinsimizi bilenlerdeniz. Vazgeç şu toplantılardan, en azı bizsiz yap şunları … Demiş, ama sonra bir “gölge” düşmüş hemen peşine. İşyerinde, otobüste, kulüpte, her nereye gitse takip ediyormuş onu. Nihayet bir gün milis dairesine çağırılmış. Sonra yine çağırılmış, yine ve yine …
Psikolojik işkence, fiziki hakaretlere dönüşmüş ikinci haftanın sonunda. Hep bir şeyler almağa çalışırlarmış ağzından …
Hüseyin, daha tan yeri ışırken kalktı. Öteki odalara gitti. Oğlu Hakkı, kızı Gülçin hep öyle mışıl mışıl, tatlı tatlı uyuyorlardı. Başına . geleceğini bilirmiş gibi ikisini de alınlarından öptü ve yine milis , dairesine yollandı. Bütün gün beklediler, yoktu. O akşam evine dönmedi. Gidiş, o gidişmiş meğer, ta ertesi gün intihar etmiş, diye haberi geldi!
Sonra da güpe gündüz, koskoca hastane önündeki bahçede, o alçacık ve incecik dalı mı bulmuş? İnsan bu kadar kısa bir dala kendini asabilir mi? Nasıl bir arabaymış, bulunmasından az önce, oraya gelmesiyle acele kaybolan o araba? İntihar mıydı, yoksa idam mı? İntihar ise, nedenleri neydi acaba … ? diye yorumlar başladı fısıltıyla kulaktan kulağa. Bugüne bugün kesenkes kimseler de yanıtlayamadı bu soruları.


Sunyto Mehmet
04.02.2012/15:15h

Reklamlar