Türkiye’ye gelip yerleşeli artık yıllar oldu. Önce Ankara ardından İstanbul, yerimizi bulana kadar yıllar geçti. Ben Varna köylerinden gelenler bir ova insanıyım. Köyde “Ova insan, Balkan odun” yetişir, denirdi. Biz ovalılar bu bakıma sanki şanslıydık.  İlk yerleştiğim Ankara tepelikti. Önce bir türlü alışamıyordum. Şimdi yerleştiğim İstanbul 7 tepeye kurulmuş ama kanımca daha faza deniz şehri, Boğazı ile dünya incisi, bir ana kent ola raksa var gücüyle atan bir kalbi andırıyor.

Şakir Arslantaş
Şakir Arslantaş

İstanbul’da oturmam benim her gün ve hatta her an GEÇMİŞİMİN AYAK SESLERİNİ duymama engel olmuyor. Hatta bana, “sen sesimi unutma” diyor.  Senin mayan bu sesle tutulmuş, imasında bulunuyor. “Mayanda bu ses var”, diye hatırlatmasını seyreltmiyor. Bütün hafızamı dolduran bu ses geçmişimin, öz Vatanımın, köyümün, denizin ve ovanın ortak uğultusu olmak dışında, bir de her defasında gönlümü hoş ediyor, ruhum ferahlıyor, sanki içimde yeni bir güneş doğuyor.

Evimde,  TV karşısına uzandığımda, GEÇMİŞİ UNUTSAN ONU TEKRAR YAŞAMAYA MAHKÜM OLURSUN, UNUTMA!  Şeklinde yankılanma kabarıyor ruhumda. İşittiğimi ima edeni görebilmek için hemen göz kapaklarımı açıyorum. Karşımda Hasan dedeyi, Tosun Ahmet’i, Yıldırım Hüseyin’i, Köse enişteyi veya hemşerilerimden başka birini görmek istiyorum, ama kimsecikleri göremiyorum. Son yıllarda bu ses benim ruhumun kendi sesi diye düşünmeye başladım. Bu benim geçmişimin ayak sesleridir. Bu deniz dalgalarının canlı cansız bir çalkanmayla denize akması ve kumları öperek geri çekilmelerini yankılayan bir ses değil. O, beni, kalbimden tırnağıma kadar heyecanlandıran bir ses. Elimdeki fotoğrafta çocuğumun resmine bakarken bile yankılansa, beni anında Vatanıma götüren bir ses. Rüyadan, hayal etmekten söz etmiyorum, sevgilimin göz ucuyla bakınca beni ateşe atması gibi bir şeyi anlatmak istiyorum.

Düşüncelerimle hatıralarım birbirine örüldüğünde hafızama önce birbirinden sefil tek katlı Dobruca köy evleri diziliyor bir ucu sonsuz diğer uzu da uçsuz bucaksız bir ovanın içine, ova kimi defa bembeyaz kar kaplı, bazen kıştan ufalanmış kara tezeklerin içinden yeliş filizler fışkırıyor, sonra hepsi birden sararıyor, kılçık büyütürken renk değiştiriyor,  ardından anızlarda konup kalkan  karga sürüleri..

Adına çarık denen ve gerçekte insanlığın en uzun çağlarından biri olan gön çarık devrinin lastik çarık devrine geçiş bizim oralara 50-60 yıl önce oldu. Tay durup yürümem sümüklü çocukların lastik çarık çağına rastlar. Hatırladığım üzere bu ayakkabıları tarım kooperatifleri hane başı dağıtıyordu. Pabuçların değişmesiyle kar kış yollarda ses değişti. Lastiğin ıslak yol sesi kulağa hoş geliyordu. Kayganlıkta düşüp yere serilenleri anımsamak istemesem de, bir defa Seher gelinin su dolu iki bakırla yola serilmesi, gözlerimin önündedir.

1980’lerde bizim köyde kara listeler hazırlanmazdan, jandarma ve ardından askerler tüfekleri harman yerinde şakırdatmaya başlamadan, bizim köyde de çarık devriminden başka birçok başka yenilikler oldu. Bu değişiklikleri ellerindeki bastonlarla dikkatle izleyen köyün yaşlıları, yemek sofrasının siniden masaya kalkmasını lanetlemeden kabullenirken, tahta kaşıkların yerine alüminyum çatalı ele aldı ve daha birçok şeyin değişmesine tepki göstermedi, çünkü bir şeyin asla değişmeyeceğine hepsi kesin inanıyorlardı. Diş görünüşte sakin ve sabırlı bir izlenim bırakan dedelerimiz, kutsal saydıkları ihtiyarlama hakkını kimsenin ellerinden alamayacağına ve köyün mezar yerini kimsenin değiştiremeyeceğine kesin inanıyorlardı. Onların duaları o mezarlıkta yatanların aziz ruhunaydı. Kabristanlığımız ta a Yıldırım Beyazıt zamanlarına dayanır ve her taşı kutsal ve azizdir. Zamanı birbirine bağlayan yıllar ve çağlar gibi mezar taşlarımızın dizisi de Türk soylarımızı kopmaz bir biçimde birbirine kenetlemiş yaşatıyor.

Yarım milenyum değişmeyen bu doğal hakların en kutsal olanı yani yaşlanma hakkı, atalarımızın yerleştiği bir tepsiyi andıran ovanın düzlüğü ve sonsuzluğu kadar mutlak ve kesindi. Ne ki XX. Yüzyılın ikinci yarısında 4 kez tekrarlayan göç, bu kanaatin köklerini yerinden oynattı. Edirne Savaşına Bulgar’dan yana katılanlar bile, bastonun lastik topuzuyla ayaklarının arasını gösterip “bizim son yuvamız şu kara topraktır!” sözlerini gururla söyleyenler, 80’lerde teklemeye başladı. Yarım asır boyunca sürekli boşalan köyümde tüten bacalar 350 iken, 150 kaldı. Okul yolunda ayağı kayıp düşen, ata binen, saklambaç oynarken ekin ambarına giren ve ekinlerin içine gömülen çocuk kalmadı. Bakraçlar çoktan yakıldı, ezilip yumulan bakırları kalaylamazdan önce köyümüze örs ve çekiş şarkıları dinleten kalaycılar kendilerini özletiyor.

Bizim köye ilk traktörün gelmesini iyi hatırlıyorum. “Stalingrat”tan geldiği, İkinci Dünya Savaşı’nda zafer belirleyen “T-34” tanklarının imal edildiği bir fabrikada aynı çelikten yapıldığı, kooperatif ahırındaki 10 çift öküzün güz ekiminden önce sürdüğü çifti birkaç günde bitireceği, başka işlerde de kullanılacağı uzun uzun anlatıldı. Bizim okula gelip traktörcü kursuna yazılmak isteyen gençlerin listesi bile yapıldı. Ben yazılmadım. Gövdesinden tekerleklerine varınca her yeri demir olan bu ucubenden korktuğumu hatırlıyorum. İçimi boğansa ekmek gibi kabarmış toprağın bu kadar ağır bir yük altında ezilirken tohumlara hayat veremeyeceğinden korkmamdı. Traktör, bir bahar yağmurundan sonra köy yolunda civcivlerine solucan arayan bir tavuğu ve 3 yavrusunu ezdiğinde, ona “hayvan” dediler.”İşi yarayan bir şey olsa bize mi gönderilirdi,” diye homurdananlar oldu ama giderek traktör gürültüsüne alıştık, sonra lastiklileri geldi ve kendilerini Dobruca toprağına ve köylüsüne sevdirdiler.

Bizim köyde elinden iş gelmeyen sevilmezdi. Herkesin bir çapaya sap olması gerekirdi. Ben yer altı dünyası yüksek mühendisliği okumaya gittiğimde, ne okuduklarımı ne de yapacağım işi kimseye uzun zaman anlatılır bir şekilde anlatamadım. Babam bile, ben “Bulgar’ın kitabından anlamam”, oku ve “Diplomanı göreyim” derken, biriktirdiği parayı neye harcadığının bilincinde olmadığını itiraf etmiş oluyordu. Son yıllarda gelen haberlerde, köydeşlerim kara toprağımızın altında kaya gazı aranacağını, bulunduğunda suların zehirleneceğini, buğdayın altın sarısı rengini ve ekmeğinse  tadını değiştireceğini işittiklerinde, “Bizim Şakir gelse de şu işi bize bir daha yeni baştan anlatsa” demişler. Kaya gazı falan istemeyiz diye imza toplamışlar. Ne kadar bilinçli hareket ettiklerini bir bilseler…Ben önceleri insanı bilinçlendiren kaldıracın ancık çeki, ezilmek, zor görmek, örneğin Vatanından kovulmak, Atalarının onuruna el kaldırılması  olarak idrak ediyordum. Belki de köyde yetiştiğimden, hala bir sınırsız ova köylüsü ruhu taşıdığımdan olacak, bu arada daha sonraki iş hayatımda genelde birinci nesil kentli gençlerle birlikte çalışmamın da tesiri altında kalmış olabilirim, köylü halkı bilinçlendiren en büyük gücün toprağın kendisi, kokusu, nemi, tezekleri, karın kalınlığı,  tohumlar, ekmeğin tadı, ortak çalışma, ortak çıkar ve emel uğrunda kenetlenme olduğunu fark edememiştim. Köyümüze bir fırtına gibi giren yeniliklerin köydeşlerimin bilinç süzgecinden geçmesi de onları en derin uykudan bile uyandırdı. Bazen uyku semesi gibi görünseler de, onlar hep uyanıktı. Onların uyanıklığından gelen çıngırak sesleriyle gurur duyuyorum.

Dikkatinizi, aklımdan çıkmayan çok küçük ama beni çok etkilemiş olan bir özellik üzerine çekmek istiyorum. Bizim köyde bir gelinin bebesini doğal emzirmesinden söz edilirdi de, çocuğuna  “meme verdi” denmezdi. Ahlakımız hem Türklük hem de İslam moral süzgecinden geçtiği için bilinç olarak billurlaşmış derecede kutsallaşmış gibi netti. Bu düzen yaşlılara saygıda, kurban eti dağıtımında, iftar yemeği sıralamasında, fitre verilirken, imece düzenlerken v.s. uygun ve kesin kurallarla akıp gidiyordu.

Kuşkusuz, siz şimdi bana bu kadar öyle böyle isiniz de nasıl oldu da Bulgaristan Türklüğünün köküne kibrit suyu döken imansız  Medü yani “Dönek” Ahmet sizin köyünüzden çıktı?

Ben bunu anlatabilmem için kitap yazsam azdır. Bilirsiniz Türkün dilinden sır dökülmez. Türk olan Türkün ruhu da sır küpüdür. Bunun böyle olduğunu şu örnekle açıklamak istiyorum. 16. 17. Ve 18. Yüzyıllarda İngiliz İmparatorluğu’nun Osmanlı İmparatorluğuna karşı yürüttüğü ve uğruna bilmem kaç milyon altın Sterlin para harcadığı iş – Osmanlıda kullanılan boyaların dayanıklılığı, asla bozulmaması ve eskimemesinin sırrını çözmek olmuştur.  Bu işin sırrında Osmanlı tebaasının kalıcı boya yapımında, ebru sanatında kökboyalarına öt suyu karıştırmasında gizlidir.

Bizim köy halkımız da kendini bilir, insanlarımız asildir, can verir sır vermez, ailesini yaşatma sırlarını iyi bilir, Türklüğünü yaşatma yollarının birlik ve beraberlik kurallarından, ahlak ve namustan geçtiğini, sır tutmaktan geçtiğini bilir.

“Dönek” Ahmet’in ailesi bizim köyümüzün yerlisi değildir. Babası Varna şopanlarından olduğundan köydeşlerimin hürmetini kazanamamıştır. Üvey babası yerlimizdir ama Ahmet’i şopar babadan olduğu için kabullenememiştir. Ahmet küçük yaşta Bulgar istihbarat ağına düştüğü için çözülmüş ve kendini bir daha toparlayamamıştır. Birçok kişinin canını yaktığı bilinir. Şimdi yaptıklarının ağır acı içinde bunalım geçirdiğine, acı çektiğine inanıyorum.

GENÇLİĞİMİN AYAK SESLERİNDE Ahmet’in izleri de var tabii. Fakat ben onların artık silinmesi için çaba gösteriyorum. Yeni seçilen muhtarlığımızda “Dönek” Ahmet köy mezarlığına gömülemez, ölülerin ruhunu rahatsız edemez şeklinde bir karar hazırlıkları görüldüğünü öğendim. Bu konuda köydeşlerim aynı fikirdedir. Zararı bütün Bulgaristan Türklüğüne dokunan bir hainle aynı mezarlıkta olamayız diyorlar.  Daha önce böyle bir durum yaşanmamıştı. Bu da yeni kuşağın ayak izi esintisi olacaktır.

 

Şakir ARSLANTAŞ

Reklamlar