Muazzez YURDAKUL

 

Üstümüze yığılan yılların kör yumağı

Alnımıza çizgiler çizse de derin derin

İçimize doğuştan yuva kuran kaderin

Engel olamaz bize çelik örgülü ağı

 

Ko aksın gönüllerin sevgi yüklü ırmağı

Kıskançları suyuyla birer birer boğarak

Günde birkaç kez ölüp yeni baştan doğarak

Devireceğiz bir gün önümüzdeki ağı

 

 

Örgütlenme İmkânları

 

Daha Belene Ölüm Kampı’nda bulunduğumuz günlerde yakınlarımızla görüşmeler başlayınca, bizim için hayati önemi olan bir haber aldık. Türkiye Cumhuriyeti Balkanlara özel radyo yayını yapmaya başlamıştı. Yayının önemi, birkaç sözle anlatılmayacak kadar büyüktü.

Hava, ekmek, su, var olmak içindi. Oysa kişi sadece var olmak için çabalayan, didinen bir yaratık değildi. Bu var oluşun bir anlamı vardı. Radyo yayınları bize var oluşumuzun anlamını açıklayarak, anlatacak, aydınlatacaktı. Bu anlam, ulusal ve dinsel kültürümüzü geliştirmekle başlardı. Böyle bir yayının boşluğu yıllardır dudaklarımızı çatlatan bir susuzluk içinde hissediliyordu. Bu boşluk şimdi doldurulmuştu. Artık sorun, yayınların iyi ve engelsiz dinlenmesindeydi. Adlarımızın değiştirilmesinden, yani o korkunç kasırgadan sonra  başını öne eğip kara kara düşünen, ne yapacağını bir türlü kestiremeyen, bütün dünyaca unutulmuş duygusuyla çırpınan  Bulgaristan Türkü,  akşam üstü kırık ve bitik radyosunun ibresini  istasyonlar üzerinde gezdirirken, birden bire kendisine hitaben yayın bulunca sevinmez, heyecanlanmaz, cesaretlenmez,  ümitlenmez de ne yapar? Üstelik bu yayın ona her akşam, her sabah, Bulgaristan hudutlarından soydaşlarının nasıl, nice kaçıp, Türkiye’ye ana vatana sığındığını söylerse, kendine güveni artmaz mı? Bu yayın çok geçmeden haltercimiz Naim Süleymanoğulu’nun, pehlivan İlyaz Şükrüoğulu’nun, mebus Halil İbişoğulu’nun, doçent Hüseyin Memişoğulu’nun ve daha yüzlercesinin “Kelleyi torbaya koyarak” kaçtıkları haberini veriyordu. Onların ardından Bulgar gümrük kapısını yük kamyonuyla kırıp geçenler de vardı. İstanbul Boğazı’ndan geçmekte olan yük vapurlarından suya atlayanlar da; elektrik akımı geçen telleri keserek kendilerine yol açarak Türkiye’ye kaçanlar da vardı, hudut boylarında günlerce aç durup kaçmayı başaranlar da… Onların bir kısmı dünyanın çeşitli yerlerinde günümüzün önemli diplomatlarına bize yapılan Bulgar vahşetini ve içinde bulunduğumuz dayanılmaz durumu anlatıyorlardı. Birisi işitmezden gelirse, bir başkası işitirdi. Böyle böyle bütün dünyanın özgür insanları durumumuzu öğrenir, bize yardım elini uzatabilirdi. Yeter ki, biz de umudumuzu yitirmemeli, karınca kadarınca bir şeyler yapmaya çalışmalıydık.

 

Evet, çalışıyorduk. Sessiz bir direniş içindeydik. Direnişimiz gün gün sertleşiyordu. Nihayet 1988 yılına girdik. Bu yıl, örgütlenme şansımızı arttırdı.  Artık Bulgaristan Türkünde 1984–1985 yıllarının karanlığı yoktu. Gece kıvılcımları çakmaya başladı. Türk olduklarının ve bunun verdiği mutluluğun bilincine varmışlardı. Müslümanlığa varan yolun muhakkak milli duygular dünyasından geçmesi gerektiğini anlamışlardı. Yukarıda, ağır ağır Bulgarlığa doğru kayma dediğim yüz kızartıcı duruma son verilmişti. Jivkov’un alelacele Bulgarlaştırma amacıyla giriştiği ve “Yeniden Doğma1 adını verdiği geniş kapsamlı soykırımı Bulgaristan Türeleri’ne bir UYARI anlamına dönüşmüştü. Ailede çocuklarıyla farkına vararak veya varmayarak ve de sokakta yarı Türkçe, yarı Bulgarca konuşan binlerce Türk birden bire uykudan uyandı ve keskin bir viraj yaparak, kimliğinin ne olduğunun farkına vararak kendine geldi. Türkiye’nin Sesi ve Batı Radyoları olmasaydı, bilinçlenme olayı bu kadar çabuk gelişmezdi.  Buna, Helsinki Nihai Belgesi’nin ve onu izleyen Belgrat, Madrid, Otava, Viyana Konferanslarında alınan kararların etkisi de büyüktü. Bulgaristan hep sayılan bu nedenlerle, ardında gizlendiği küflenmiş DEMİRPERDEYİ ister istemez biraz aralamaya zorlandı. Batıdan esen bu sıcak rüzgara, Gorboçov’un AÇIKLIK ve YENİDEN YAPILANMA dediği kuzey rüzgarı da katılınca, özgürlüğün kapısı biraz daha aralandı. Türkiye hariç bir sıra Batılı devletlerle otomatik telefon bağlantısı kuruldu. Önce, komünist totaliter rejimi kendilerine büyük bir engel sanan Bulgar aydınları muhalif örgütlenme denemesi yaptılar. Bunu başka örgütler izledi. Ve nihayet, 1988 yılının sonuna doğru Kuzey Batı Bulgaristan’da sürgünde bulunan arkadaşlarımız Mustafa Ömer, Belene’den geçme Sabri İskenderoğulu, Ali Ormanlı ve daha başkaları DEMOKRATİK İNSAN HAKLARI BİRLİĞİ’Nİ (Demokratik Lig örgütünü) kurdular. Örgütün Tüzüğü Batı Radyolarınca Türkçe ve Bulgarca yayınlandı. Örgüt kısa bir zamanda bütün Bulgaristan Türklerince benimsendi. En yakın mahkemece tescil edilmemesine karşın üye sayısı hızla artıyordu. Yoğun baskıya rağmen, önce Kuzeydoğulular, ardından Güneydoğulular akın ettiler Miyaylovgrat (Montana) ilinin Komarevo köyüne. Kırcali, Mestanlı, Cebel, Koşukavak, Ada Köyü, Kıyılar köyü ve daha birçokları örgüte üye toplayan gizli merkez durumuna dönüştüler. Koşukavak bölgesinde, anayasa dışında hiçbir faaliyette bulunmamalarına rağmen, birçok genç tutuklanıp gaddarca dövüldü.

 

Hep bu etkinliklerin ışığı altında, Mayıs ayının başlarında Kuzeydoğu Bulgaristan’da dört beş Türk’ün, bütün azınlık haklarımızın iadesi talebiyle başlattığı açlık grevleri, örgütün çağrısına uyularak zincirleme grev oldu. Kısa zamanda grev, Türklerin oturduğu bütün bölgelere yayıldı. Bu davada bizi, Bulgar örgütleri de destekledi. Grev, Koşukavak kasabasına da ulaştı. Greve bazı aileler bütün fertleriyle, hatta bazı okulların da bütün sınıfları katılmıştı. Çok geçmeden grevler yürüyüşe dönüştü. İstenilen tek şey azınlık haklarımızın dolayısıyla, adlarımızın iadesiydi. Yürüyüşler, 1984’te Mastanlı’da olduğu gibi, kanla bastırılmak istendiyse de, Varna, Silistre, Burgaz, Cebel şehir ve köyleri kaynıyordu.

 

Bu arada, 9 Mayıs 1989’da, Bulgaristan Meclisi dış ülkelere seyahatle ilgili yeni, yıllardır beklenen bir yasayı onayladı. Bu yasa, her isteyene pasaport verilmesini ve isteyenin istediği ülkeye gidebilmesini sağlayacaktı. Yasa, 1 Eylül 1989’da yürürlüğe girecekti. Öyle ama Türk ahalisinin gittikçe genişleyen ve Bulgar yönetimleri için git gide kâbusa dönüşen yürüyüşleri durmak bilmiyordu. Bu durum, birden Bulgar ahalisinin arasına da sıçrayabilirdi, öte yandan, dünya kamuoyunun dikkatini üzerine topluyordu. Daha fazla devam etmesi komünistler için tehlike oluşturmaya başlamıştı. Bunu önlemek için seyahat yasası yürürlüğe girmeden, Türklere alelacele Pasaport verip, akıllarınca, Türklerden öncü, teşkilatçı, kışkırtıcı hesap ettiklerini ellerinde ikişer bohça giysiyle sınır dışı etmeye başladı. Kalanların sakinleşeceğini zannetti. Yanıldı fakat. Türk halkı, insancıl yollarla azınlık haklarını istemeye devam etti. Bu, benim oturduğum Koşukavak kasabasına da uzandı. 25 Mayıs, kasabanın pazarı günü yapmayı planladığımız yürüyüş aşırı baskı yüzünden yapılamadı. Bütün sokaklar ve köşe başları sivil ve üniformalı polislerce tıklım tıklımdı. Sokaklara dizilen tanklar ateş etmeye hazır durumdaydılar. Birkaç helikopter kasaba üstünde durmadan uçuşuyordu. Biz, BELENE CEHENNEMİNDEN geçmiş beş arkadaş, -Nurettin Raifov, Taşlılı İsmail, Süütlüdereli Mehmet, Öğretmen Şükrü Süleymanov ve öğretmen Ömer Osman anlaşma üzerine Pazar yerinde buluştuk. Buluştuk ya, etrafımızdaki sivil ve uniformalı polisler çemberi gittikçe daraltıyorlardı. Parmakları taşıdıkları otomatik silahların tetiğinde, nefret kıvılcımları uçuşuyordu. Gözleri bizdeydi. Sergilerin oralarda pazarcıymışız gibi dolaşmamız onları aldatmadı. Emniyet şefi bir uyarına getirip bizi, bana bağırdı. “Yürüyüşe girişirseniz, ilk mermilerle seni, sonra da arkadaşlarını bizzat ben kalbura çevireceğim!…” bakışlarında intikam merakı duygularını okumak kolaydı, Söylediğini yapacağına emindim.  Kendi kendime. “Biz Türk halkına ölü olarak mı, yoksa sağ olarak mı yararlı olacağız!” diye sordum. Cevabım sağ olarak idi. Bunu arkadaşlara da söyledim ve yürüyüşten vazgeçtik. Arkadaşlara hemen dağılmalarını tembihledim. Ayrıldık. İsmail ve Mehmet’i restoranda yemek yerken tutuklamışlar. Emniyet dairesinde gaddarca dövüp sokağa atmışlar. İkisi de günlerce koyun derisine sarılı durdular, çünkü onlara doktor yardımı verilmiyordu. Her ikisiyle de Kapıkule’de görüştük. Kayıt işlemlerinden sonra Mehmet bir hastanede tedaviye alındı.  İsmail daha iyiceydi.

 

Kasabadaki evim gözaltındaydı. Gayrı zamanlarda bu işi Bulgar komşuları yapıyorlardı. Evime her giren, dışarı çıkınca tutuklanıyor ve bir temiz dayaktan geçiriliyordu. Hatta hasta annemi ziyarete gelen akrabalar bile…

 

Bu arada Demokratik İnsan Hakları Birliği (Demokratik Lig) Örgütü kurucularının, daha 8 – 9 Mayısta sınır dışı edildiği haberini aldık. Mustafa, Sabri, Ali artık Türkiye’de idiler. Böylece Bulgar komünistleri örgütü başsız bıraktıklarını sandılar.

 

Birkaç gün sonra Koşukavak kasabasının ana caddeleri köylerden akın eden Türk ahalisi ile tıklım tıklım dolmuştu. Halk en doğal hakları elinden alındığı için, yüzyıllarca vatan bildiği dede yadigarı topraklarını terk etmek istiyordu. Bağırmıyor, haykırmıyor, kıpırdamıyorlardı. Ama sessizce duruşlarında da açık seçik okunuyordu bu, önü alınmaz arzu. Bulgar komünistleri, bağırmalarına, haykırmalarına, tehditlerine aldırmadıklarını gördükçe, çıkış yolunu pasaport verip sınır dışı etmekte buldular.

 

Bunun adı olsa olsa korku gücü olurdu. Ne korkusu KOLTUK KORKUSU tabii.

Devam edecek.

Reklamlar