BGSAM

 

Okulda ders dışı satranç gördüm. “Gam bit” sözü geçmedi. Piyonun iki hamle birden sürülmesiymiş, sonradan öğrendim.

2005’te Bulgaristan’da Rus rejisör Nikita Mihalkov yönetiminde çekilen bir film afişinde ilk kez önüme çıktı. Filmin konusu 1877–78 Rus-Türk Savaşıydı.  Bu savaşın noktalandığı gün – 3 Mart 1878 günümüzde Bulgaristan’da milli bayram olarak kutlanıyor. Kurtuluş sevincini unutturmamak için çalınan davullar, folklor gruplarının kıvırdığı horonlar ve “Kurtarıcı Rusya ve Düşman Türkler” havasında medya toz dumanı birbirine katarken yapılan kutlama konuşmaları da “500 yıl Osmanlı…” tüneline girince milliyetçilik ile ırkçılık çizgisinde hala tökezliyor.

Bu seneki kutlamalarda bu filmden hiç söz edilmedi. Nedenine gelince, beyaz perde sahnelerinin birinde bir Bulgar köylüsü elinde silah, kemerinde kılıç ilerleyen Rus askerlerinden birine,

  • Oğulum buralara neden geldiniz? Bizi kurtarmaya mı?” diye sorunca şu cevabı alır:
  • Hayır, biz sisi kurtarmaya gelmedik. Yolumuz sıcak denizleredir!”

Kalemi iz bırakan tarihçilerin eserleri “Rusya’nın dış politikasını doğru algılamak isteyenler 200 yıl geriye bakmalıdır” der. Durup da geriye baktığımız yıl 1878 olsa, yüz yıl gerisi 1774’e, 200 yıl gerisi de yaklaşık 1683’e isabet ediyor.

Eylül 1683 yılında Osmanlı’nın Viyana kuşatmasından sökülüp gerileme çağı başlamıştır ve Osmanlıya karşı yüzyıllarca keskinleşecek hor görme XVII yüzyıl Avrupa’sına ustalıkla mayalanmıştır. Düşmanlık mayasının kabarması Rusya Çarlığı tarafından devamlı finanse edilmiş ve desteklenmiştir. Mihalkov’un 1878 olaylarından 127 yıl sonra çekti filmini. Yukarıdaki replik Rus Çarının Osmanlı topraklarına basıp geçerken kendi stratejik hedeflerini yani sıcak denizlere çıkmak için saldırı savaşı açtığını kanıtlar.  Rus askeri atlarını Tuna’da sulamazdan önceki 200 yıl boyunca Osmanlıyı gözden ve zayıf düşürüp mezarını kazmaya çalışıldı. Bulgar halkının sefalet içinde “eziyet çektiği” efsaneleriyle Avrupa kamuoyu mağdura el uzatma sevaptır ninnisine alıştırıldı. Aynı dönemde şan şöhret ağıcından meyve tatmış Batılı yazarlar “barut fıçısına yaklaşan ateş söndürülsün” deyemeyecek kadar aforoz edilebildi.

 

Başka bir değişle 2 asır boyunca  “Boğazda Hasta Adam” yaratmaya çalışdı.

Bu entrika örgüsünde yolun ilk yarısı 10 Temmuz 1774’te Silistreye bağlı Küçük Kaynarca köyünde Osmanlı ile Rusya İmparatorlukları arasında 1768–74 savaşına nokta koyan anlaşmanın imzalanması olur. Tarih büyütecindeki bu saldırı savaşında Rusya Çarları kartal tırnaklarını batırmaya başlar. Kara Denize iner. Balkanlar’da ve özellikle Bulgaristan’da nüfus kazanır. Hıristiyan hakları savunucusu kesilir. “Sizi kurtaracağım” fısıltıları salar. Denetleyici haklar talep eder. 1839 Gülhane Hattı hümayunu (Tanzimat fermanı) dış zorlamaların sonucudur. Azınlıklara ana dillerinde eğitim ve kültürel hakları tanınmasına doğru reformlar yapılması gündem olur.

 

“Gambit” filmi “Rusya en büyük kurtarıcı” ve Bulgarların her biri “Kurtuluş Savaşına katılmış” bir kahraman rüzgârlarının esmeye devam ettiği ortama ters düştü. Çünkü tarihi yeniden okumak ve değişik bir bakış açısıyla değerlendirmek isteyenler henüz tek tüktüler. Herkese aşılanmış olan Osmanlının bir zulüm toplumu olduğu savı ruhlardan çıkmamıştı.

 

Kimse başka bir şey işitmek istemiyordu. Bu yüzden Nikita Mikalkov dâhilliğine karşın sevilmedi. Çünkü o gerçekler bildiğinizden farklı demek isterken, bu konuda değişmek isteyen yoktu ve paslanmış bir tarihi kutsallaştıranlar rahattı.

 

Rus halkının Bulgar halkına olan kardeşçe bağlılığının “karşılık beklemeyen bir duygu ve ağabeylik olduğu” bizde her kişinin beynine monte edilmiş bir çipti ve bu ortamda “şüphesiz ve kutsal bilinene kuşku yaklaşmak” sanki zehirli bir damla idi ve film pek sıcak karşılanmadı ve fazla gösterilmedi.

 

Yine XXI. ilk yıllarında bizde F. M. Dostoevski’nin (1821–1881) “Anılar” eseri Bulgarca çıktı. O, “Osmanlının ökçesi altında ezilen Bulgar kardeşlerimizi kurtarmaya gitmeliyiz” çığlığı yükselten ve yazdığı yazılarla davul çalıp 1877–78 Rus-Osmanlı savaşına bozkırlarda gönüllü toplayan bir çığırtkan gibi hareket etmişti. Ne var ki, savaştan sonra kaleme aldığı eserinde o oluk dolusu kan akan çarpışma meydanlarından sağ salim dönen Rus asker ve subaylardan Moskova Askeri Kulüplerinde işittiği anıları ve öyküleri canlandırdı. Asker üniforması giyip çileleri çekilmez olan, Osmanlının inim inim inlettiği  Bulgar kardeşlerini kurtarmak için yollara düşen Rus toprak kölesi – “mujik” gençlerin” Bulgaristan’da evi barkı, bağı bahçesi, koyun keçisi,, ineği atı olan, kendi topraklarını işleyen kendi halinde huzurlu yaşayan Bulgar köylülerle karşılaştıklarını, önceden anlatılanların yüzleştikleri duruma uymadığını” anlattıklarını yazdı. Bu gerçeklerden kaynaklanan ve savaş açıp ilk tüfeği patlatanın Osmanlı olmadığına işaret eden Dostoevski’yi okumak büyük bir mutluluktur.  “Bulgar halkına yardıma koşan Rus toprak kölelerinin o zamanlar Bulgar köylülerine kıyasla çok sefil olduklarını, hiçbir hakları ve kişisel özgürlükleri olmadığını yani bir toprak kölesinin bir serbest köylüyü (Bulgar köylülerini) kurtarması söz konusu olamayacağı sonucuna vardı. Tarihi çarpıtanları idam edecek olan hayatın kendisidir.   “Gambit” filmi bir yere kadar tablonun bu kısmına ışık tutmuştur.

İşte böyle bir sosyal ve politik ortamda ve yeni bir dünya görüşüne doğru değişebilirim havalarına giren Bulgar kamuoyunda yine 2005’te

Diyakoz Levski

filmi çekilmeye başladı. Bu film Bulgar halkının XIX. Yüzyılın ikinci yarısında çok zor koşullarda yaşadığını, ulusal kurtuluşun kaçınılmaz olduğunu papaz yardımcısı Levski’nin simasında göstermeyi hedeflemişti. Ne yazık kik, 10 yıl önce bu filmin çekimi için para veren olmadı. Abu Dabi’de cilt doktoru olarak çalışan Bulgar Bayan Zlatina Filipova bir kısmını kişisel tasarruflarından, diğerini de kredi çekerek sağladığı 1.5 milyon levayı ödenmeden film çekimi yapılamadı.

 

Vasil Levski Osmanlı döneminde yaşamış, Koca Balkan ile Orta Balkan arasına serilmiş bolluklar cenneti Karlı ova şehrinde doğmuş ve büyümüş bir Bulgar gencidir. Kilisede diyakoz, sonra da öğretmen olarak çalıştıktan sonra, 1861’de Belgrat’ta kurulan Birinci Bulgar Lejyonunda eğitim almıştır.  Bu lejyonu toplayan Bulgar devrim hareketinin birinci ideoloğu, örgütçüsü ve yöneticisi Georgi Sava Rakovski’nin (1821- 67) V. Levki üzerindeki etkisi büyüktür.  1837 – 1873 yılları arasında yaşayan ve komitacılık işlerinde etkin olan V. Levski Karlıova Türk ve Bulgar esnafının ve halkının huzurlu komşular olarak yaşadıkları yıllarda yetişmiş ve biçimlenmiştir. Hemşehrisi olan İvan Andreev Bogorov (1818–92) İstanbul Gazetesi (Tsarigratskı Vestnik) adlı ilk Bulgarca gazeteyi basandır. O, Bulgarca grameri ve Fransızca Bulgarca lügat çıkardı. Uyanış çağında Türklerle sıkı yardımlaşma ve hoşgörülü yaşam tarzı Levski’yi çok etkilemiştir. Bulgarlarla birlikte Türkler de aydınlanmıştır. Daha sonraki yıllarda o Bulgaristan Kurtuluş Hareketi Merkez Komitesini kurup yönetirken Bulgaristan’ın devlet düzeni ve nüfusun yaşayışı hakkında birçok yazı kaleme aldı ve bunlarda Türk nüfusa ılımlı yaklaştığı bilinir. Levki’nin Türk ahaliye olan bakışı unutulmamıştır ki, 1935 yılında Karlovo kasabasında Levski Müze Evi kurulması kararı alındığında, ilk başta bulunan Türk hemşehrileri olmuştur.

Komitacılardan Panayot Hitov’la yaptığı sohbetlerde V. Levski, Osmanlı boyunduruğundan ayrıldıktan sonra hür Bulgaristan’da Bulgar, Türk, Ermeni, Yahudi, Pomak, Çingene ve tüm diğer etnik azınlıkların hak eşitliği esasında kardeşçe beraberce aynı vatanda yaşayacaklarını ve herkesin tüm insan hak ve hürriyetlerinin bütünüyle tanınacağını duyurmuştur. O dönemde ve özellikle de Rusçuk Valisi Mithat Paşanın tarımda, mali işlerde, eğitimde ve idari işlerde seri reformlar yaptığı dikkate alınırsa Bulgaristan’da yaşayan Türklerin ve Müslüman nüfusun da feodalizmden uyandığına ve modern dünyaya bakan değişiklikleri kucakladığını görürüz. Levski’nin Karlıova Türkleri arasında dostları vardır. Osmanlı askerlerinin arama ve kovuşturmaları esnasında yerli Türklerin onu gizlendiği bilinir. Hemşehrileri Levski’ye  “tavukçu momçe” lakabını takmıştır. Komitacılık yıllarında anasını görüp hal hatır olmak için baba evine uğradığında Türk mahallesinden “Araplı Köprüden” gelip geçer. Gece vakti Balkan yoluna doğrulurken Türk evleri arasından geçer ve çok güvendiği hanelerin kümeslerine uzanıp torbasına piliç ve yumurta atar ama konu komşuların bunu konu etmediği anlatılır. Levski’nin yeşil ipek üzerine nakış edilmiş altın sarısı sırmalı aslanlı ve püsküllü komita bayrağı Türk Mahallesi kenarında, “Stryama” ırmağı boyundaki iki katlı evde, Mara Teyze isminde bir Bulgar Bayan tarafından nakış edilmiştir. Bu şerefli işini karlı kış gecelerinde yapan Mara Teyze tam aslanın yelesini üzerinde çalışırken sırması biter. Eşine

  • “Git Filibe’den (Plovdiv) sırma getir” dese de, derin karda olacak iş değil.

Kapı komşusu Hanife teyzenin uğraşısı Hacı Bürgüleri nakışlamaktır. Mara Teyze komşusundan birkaç çile ödünç alır ve Levski’nin devrim bayrağında iki ayak üzerine dikilmiş aslanın savrulmuş yelesini tamamlar. Öyle ki, bu aşta bizim de tuzumuz vardır.

O yıllar, bağ bozumunda, kiraz toplarken, gül, lavanta ve ıhlamur işlerinde menfaat gözetmeden yardımlaştığı yıllardır. Bu bakıma Levski’nin Osmanlı feodalizmi yerine demokratik düzen ve Cumhuriyet kurma emellerine yerli Türkler anlayışla ve övgüyle bakar. Bu yüzden olacak ki, Bulgar demokratik devrim komitacıları arasından Türkler tarafından ele verilene rastlanmamıştır. Hatta Hristo Botev çetesinin aşçısı Kemali (İsperih) bir Türk’tür.

Uzatmayalım, 2005’te Petır Dınov yönetiminde “Diyakoz Levski” filmi çekimine başlandığını işittiğimizde, BULGAR TÜRK İLİŞKİLERİNİN YENİDEN VE YENİ BİR AÇIDAN HARMANLANMASINI beklemeye başladık. Başka bir değişle cesur, bilgili, çağdaş görüşlü, günümüz yargı değerleri açısından Osmanlıdaki hoşgörülü Türk Bulgar ilişkilerinin nesnel öykülenmesini hayal ettik. Bununla birlikte milli bayram günlerinde ve öğrencilerin ders kitaplarında her biri ötekinin aynı simalar olarak karşımıza çıkan halk kahramanlarına yeni bir ret üş, farklı bir yaklaşım günümüzün gerekleri arasındaydı.

Bu defa da beklediğimiz olmadı.

Karşımıza ne Türkün ne de Bulgarın tanıdığı ya da hayal ettiği ağzı küfür dolu, gözleri öfkeden kızarmış, elindeki kılıcını savurdukça etrafa kanlar saçılan, bağırış çağırışlı sahnelerinin XXI. yüzyıl insanına ne öğretmek istediği belli olmayan sorular şıp diye sivrildi. İlk günlerde biletleri belediyeler ve muhtarlıklar ödedi ve 35 yıl önce olduğu gibi neredeyse sıra olmuş bir halde insanlar sinemaya gittiler.

Bizim beklentilerimizin başında günümüz Bulgaristan’ın sorunlarına anahtar olacak, YURTSEVERLİĞİN GELİŞMESİ MUTLAKA VE ZORUNLU OLARAK ÖTEKİLEŞTİRME DOĞURMAMALIDIR, gerçeğini Levski’nin ağzından işitmek istemiştik.  Çünkü günümüzde “patriyot” (yurtsever) oldukları için milliyetçilikten ırkçılığa serbestçe geçmeyi kendilerine hak bilenlere Levski’nin ideoloji ve pratiği ile yanıt verilmesi iyi olacaktı. Belki birçoklarını susturabilirdi.

 

Levski’nin Hacı Pençoviç Başkanlığındaki Sofya Mahkemesinde ölüm cezası kesildiği doğrudur. Fakat o cezayı işittiği gün hapishane zindanına indirildiğinde başını duvar taşlarına vurarak kendine kıymıştır. Bunu belgeleyen o yılların en gerçekçi tarihçisi Zahari Stoyanov’tur. İdam cezası Haşmetli (Sultan Abdülhamit)  tarafından onaylanmamıştır. Üzerinde Sultan turası olmayan bir idam fermanı yerine getirilemez. Bir de Osmanlı geleneğinde canına kıyan bir adamın, kim olursa olsun darağacına asıldığı gibi bir olaya  rastlanmamıştır. Bunun dışında her idamlı ya da son söz hakkı verilir ki, Vasil Levski intihar ettiği için bu hakkı kullanmadığı belgelenmemiş-tir, yani asılmamıştır.

Bulgaristan tarihi için Levski konusu çok ağır bir konudur. Bu işin en zor tarafı ise, tüm hayat öyküsü çarptırılarak bir kahraman simgesi yaratmanın biraz da tehlikeli olduğundan kaynaklanır. Eminim Bulgar halkı bugün hayatın gerçekliğinden süzülerek çıkmayan bir Levski’ye gerek duymuyor, bunu doğrulayan en büyük delil, ise sinema salonlarının boş kalması ve kimsenin içindeki Levski’yi sanal dünyadan gelen yenisiyle değiştirmek istememesidir.  Papaz yardımcısı Levski filminde bir öğretmen, Osmanlı zamanında Bulgaristan köy ve kasabalarında 200 Bulgar okulu olduğunu, 1835 yılında Gabrovo şehrinde Lise açıldığını anlatıyor. XVIII ve XIX. yüzyıllarda Bulgar nüfus Osmanlı egemenliğinde Uyanış Çağı yaşarken Rila Manastırı kurulup hizmete açılmıştır. Tüm bunlar dikkate alınmadan Levski’nin yalnız Türklere ve Osmanlı Padişahlarına karşı olan çizgilerini ön plana çıkarmakla yapılan bir filmin halk tarafından kucaklanmayacağını beklemek doğal sayılmalıdır.

 

İşte böyle “Gan bit” filmi ile Osmanlıda Bulgar nüfusun gerçek hayatını, bir hane de olsa, görmezlikten gelerek ve “Diyakoz Levski” filminde de yapay bir sima yaratılarak XXI yüzyıl sorunlarına değinmeden halka inmenin mümkün olmadığı gün ışığına çıktı. Bulgar halkının yeni zamanlarda Türkiye’ye akın edişi, unutamadığı zamanları, ilişkileri yaşam tarzını ve hoşgörüyü turist olarak araması, tarihi yeniden süzecek bir bakış açısını mutlaka hayata çağıracaktır. Gerçek hayatta “gam bit” yoktur, her taş yerini bulmalıdır.

Tarih dışında tarih yaratılamaz.

Yaşanmamış bir tarihin unutulmaması da istenemez.

Reklamlar