Tarih: 24 10 2018

Yazan: Rafet ULUTÜRK

Konu:  Elimde değil susamıyorum.

 

Kimliğimizin kendi kökleri vardır. Zaten başkasının köküyle yaşanmaz. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında kesin kalemlerimizden olan ve geleceği pahasına olduğu bilinciyle “İsim Değiştirme Aydınlar Deklarasyonu” imzalamayan şair Naci Ferhad’ın “Köklerini Kesme!” çağrısı kulaklarda çınlıyor. Aynı haykırış Osman Aziz’in “Gece Mektuplarında” da var.

Kala kala köklerimiz kaldı!” diyenlerimiz ile “başka neyimiz var?” sorusunu soranlarımız haklı.

Ne yazık ki, beşikten beri ruhlarına Türk düşmanlığı akıtanlar ve bugün iktidarda olanların, nefret ve öfkelerinde bir gram azalma, niyetlerinde bir milim gerileme olmadığını her gün görüyoruz.  Makedon çetecileri Sofya’da 125. Kuruluş yıldönümü kutluyor şu günlerde…

O günden bu güne zehirli kin biriktiren VMRO Genel Başkanı Başbakan Yardımcısı Krasimir Karakaçanov ile Türklere öfkesini “yurtseverlik” bohçasına saran “Bulgaristan’ı Kurtaralım Cephesi” delibaşı Valentin Stoyanov, Başbakan Borisov’un ülkede olmadığı günlerde memleketi idare ediyorlar. Bu acı gerçeği, ve onun hepimiz için taşıdığı büyük tehlikeyi duygularımızda daha net hissetmek için belki de her sabah çayımızı içerken ya da kahvemizi yudumlarken klasiklerin klasiği Büyümüzün Ömer Seyfettin’in hikâyesinden birkaç satırcık okumamız yeterli olabilir.

Şu günlerde Türkiye’de “Öğrenci Andı” tartışması aldı yürüdü. İstanbul, Bursa, İzmir, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli il, ilçe ve köy okullarının her birinde “Beyaz Lâle” hikâyesi her sınıfta ve her yaşta çocuklara en az haftada bir defa okunmalı ve bu hikâyeyi ezberinde bilmeyen hiçbir Bulgaristanlı ve Batı Trakyalı göçmen çocuğuna LİSE DİPLOMASI asla ve katiyen verilmemelidir. Bu tabi ki, benim şahsi görüşüm.

Kuşkusuz benim böyle bir şey istemeye hakkım yok, ama istememek elimde değil. Artık tespit yapma, susma, bekleme, sabretme ve umut etme zamanı doldu. On dokuzuncu yüzyıldan beri eziliyoruz. Buna karşın, ben ezilenden bir şey olmaz, ezilen ezildiğinle kalır saçmalıklarına inanmıyorum. Yani yeni ruhun ezilenlerin köklerinden fışkırdığına ve fışkıracağına inananlardanım.

Her neslin kendi ezilmişliği vardır. Ömer Seyfettin’in internette tam metnini bulacağınız hikâyelerinin 2018 yılı gerçekliğini kanayan yalınlığıyla tam olarak yansıttığı görüşünde olmasam da, tuzlanmamış derinin hep aynı koktuğuna ve bugün de farklı biçimlerde aynı olayları azalmayan sertlikle yaşadığımıza inanıyorum.

Yukarıda adı geçen 2 başbakan yardımcısının şu sözlerinin anlamına kulak verelim:

Krasimir Karakaçanov (VMRO): “Ülkemizi yabancı unsurdan temizlemeliyiz. Bulgaristan’da nüfus sorununu çözmek için Ukrayna ve Besarabya’daki (Moldova) Bulgarları Bulgaristan’a getireceğiz.” (Tarih: 23 Ekim 2018, bTV “Dört Göz Arasında” programı.) Yabancı unsur dediği biz Bulgaristan’da 1350 yıllarından beri yaşayan yerli Türkleriz. Zaten 140 yıldan beri de kovuluyoruz.

Valentin Simyonov “Yurtsever Cephe): “Bizde Bulgarlık Türklerin kapılarına domuz kanı atarak, kuyularına domuz kafası doldurarak, cami kapılarında domuz kellesi sallandırarak uyandı. Bulgar olmak budur. Türkleri rahatsız etmek başta gelir. Milli bilincimizin kaynağı Türk-İslam düşmanlığıdır” (Tarih: 2017 ve 2017 yıllarında basın ve elektronik yayınlarda defalarca vurgulanmıştır.)

Bu küstahlıklara, “Yurtsever Cephe” ideoloğu geçinen  “Ataka” Partisi Başkanı Volen Siderov’un Çingenelere “sizi gaz kamaralarında yakarak sabun yapacağız”, Valeri Simyonov’un Çingene kadınlar hakkında “Kösnük Domuzlar” sözlerini vb eklemek gerekir.

Beyaz Lâle” hikâyesinde Ömer Seyfettin, Bulgarların kötü ve insafsız milliyetçiliğini teşhir ederek istila koşullarında Türk milliyetçiliğini uyandırma amacı güder.

1912 Balkan Savaşı olaylarından bir sahne olan bu hikâyenin ardında, Bulgar Çarı Ferdinan’dın komutasında aynı askeri birliklerin Batı Rodoplar, Pirin Dağı, Karasu ırmağı boylarında aynı yıl Müslüman köylerine amansız saldırıları vardır.

Yazar bunları yaşamıştır. İslam taşınmazlarını yıkma, halkı talan etme, 250 bin kişinin ismini ve dinini zorla değiştirme gibi olayları yaşamış gözleriyle görmüştür. Gerçeklerin acıları da unutulur gibi değildir. Aynı dönemde Balkanlarda asker ve esir olarak bulunan usta hikâyeci Ömer Seyfettin (1884 – 1920) bölgemizin temel etnik ve siyasi çatışmalarını işlerken, ırkçılığın belirdiğine de işaret etmiştir.

Bu mücadele içinde orada kalan Türklerin de kendi kaderlerini belirlemeleri ve milli bir duruş sergilemeleri düşüncesini halka taşıyan yazarlarımızdan biridir o.

Adı geçen hikâyede oluşturduğu tip, imaj, monolog, diyalog, vahşet ve gaddarlıkla Bulgar imajı üzerinde durmuştur. Çizilen tablo 1876 Nisan Ayaklanmasında, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşında kanı sulanan Bulgarların 1912 harbindeki gerçek imajını çıplaklıkla ortaya koymuştur. O zaman Bulgar komutan Radko’nun Türkler hakkında düşüncesi şudur:

“Şimdi bunların kaçamayanları toplanacak, evvela işkence ile kasalarındaki ve bankalardaki paralan alınacak, sonra fidye gibi bütün mülkleri Bulgar mekteplerine verdirilecek, en nihayet hepsi vaftizlenip Hıristiyan yapıldıktan sonra öldürülecekti.”

Vahşetin içindeki istisna şöyle anlatılmıştır:

“Altmış yaşını geçmiş erkeklerin, kırk beşini geçmiş kadınların çocukları olmaz. Onlar kum basmış tarlalara benzerler. İşte büyük Bulgaristan’a düşman yetiştirmeyecek olan böylelerini Hıristiyan yapıp bırakacağız. Sekiz yaşına kadar olan kızları Bulgaristan’a gönderip köylere, papazlara teslim edeceğiz. Hepsi Bulgar olacak.”

11 Kasımda imzalanmasının 100. Yıldönümü Paris’te kutlanacak olan Birinci Dünya Savaşına son veren sözleşmede yenilenler arasında yer alan Bulgarların işgal altındaki topraklardaki vahşetine son vermek zorunda kalmıştır.

Ne yazık ki, Filizlenen Bulgar ırkçılığının kökünde olan VMRO haydutlarının azınlıklara ve Bulgar halkının demokratik güçlerine karşı saldırı, tuzak ve katliamları son bulmamıştır.

Son günlerde lşderleri olan Karakaçanov’un yeni demeçlerinde açıklandığına göre, VMRO-partisi 27 Kasım 1919’da Neylli (Paris) Barış Anlaşmasını Bulgaristan adına imzalayan Başbakan Aleksandır Stanboliyski’nin katledilmesine ve 1923 hükümet darbesine bizzat katılmıştır.

Bu da yetmezmiş gibi 1942’de Nazi Almanya’sının yardımıyla Bulgar Ordusu’nun aynı topraklara ikinci kez yerleşmesiyle 20 bin Yahudi ve Çingene toplanmış ve Polonya’daki “Treplika” kampına yakmaya gönderilmiş ve bunlardan geri dönen hiç olmamışlardır.

Kadın ve kızların öldürülmesi ile ilgili Bulgar fikri daha 1912’de şöyle öykülenmiştir:

“Bir genç kadını yahut bir kızı öldürmek on beş düşman birden öldürmek demektir. Fırsat ellerindeyken Türkler kadınlarımızı, çocuklarımızı kesmediler. Kesilmeyen Bulgarlar çiftleşe çiftleşe çoğaldılar. Şimdi de Türklerin tepesine bindiler”

Bulgar aşırı milliyetçilerinin Türklere karşı amansız saldırıları psikolojik olarak da sürekli şiddetlenmiştir. Ege boylarından ve Makedonya’da Bulgaristan’a sürekli göçler getirir, bunlar Türk köylerine yakın yerlere yerleştirilir ve kendilerine domuz bakmak için toprak ve krediler verilir ve böylece Türkler sindirilir ve sürekli göçe zorlanır.

Bulgar milliyetçiliğinin Türk yaşam tarzına hayat hakkı tanımama, törelerini yasaklama, ana-okullarında, yerleşkelerde, okullarda ve kışlada Müslüman Türk çocuk ve yetişkinlere sürekli domuz eti yedirme, ibadetini yerine getirmeye imkân tanıma şekillerinde olduğu bilinir.

Burada geçerli olan uygulama ezemeyen ezilecek, öldüremeyen öldürecek biçiminde şiddet toplarken, sindirme ve usandırma usulleri de devlet eliyle uygulanmıştır. Türk evlerini “domuz bastırmalarına depo yapacağız” sık kullanılan bir Bulgar değimdir.

Ömer Seyfettin, Beyaz Lâle’nin hayatına kıymasıyla sona eren anlatımında, Bulgar Komutan Radko’nun Türk kadınları toplu halde nasıl incittiğini de şöyle dile getirmiştir:

“Görüyorsunuz be hanımlar, dedi, içerisi sıcak. Size bazı şeyler soracağım. Terlemeyesiniz. Haydi, hepiniz esyalarınızı çıkarınız. Soyununuz. Fistanlarınızı, gömleklerinizi, donlarınızı, çoraplarınızı atınız. Çır-çıplak kalınız. Hamama girecekmiş gibi… Ağanızın koynuna girecekmiş gibi… Üzerinizde yalnız saçınız kalsın… Çırçıplak.. Çırçıplak… Haydi haydi…”

Ömürlerinde kocalarından, babalarından, kardeşlerinden başka kimseye yüzlerini açmamış olan bu kadınlar, bu korkunç emre itaat edemiyorlardı. Komitalar dipçiklerle vuruyorlar, çarşaflarını, yeldirmelerini yırtıyorlar, fakat bir tane olsun kadını soyamıyorlardı. Bu münasebetsiz direnişe Radko’nun canı sıkıldı. Hiddetlendi. Fırlak ve al yanakları titremeye başladı. Niye yoruluyorlardı? Yorulmaya ne hacet vardı? Mademki fırın yanıyordu. İçlerinden bir tanesini yakınca öbürleri korkacak ve asla karşı gelemeyeceklerdir.

— Durunuz, boşuna uğraşmayınız, vakit geçiyor, dedi.

Ve komitalar kendinden tarafa dönünce ilave etti:

— Soyunmaya razı olmayanlardan bir tane çekin, buraya getirin.

Izbandut gibi iki iri komita, kümeden tuttukları bir kadını sürüklediler, Radko’nun karşısına getirdiler. Bu, balıketinde, kumral ve genç bir hanımdı. Ancak yirmi-yirmi beş yaşlarında tahmin olunabilirdi. Yırtılan yeldirmesinin altından kurşuni yünden yapılmış alafranga giysileri görünüyor ve kucağında kundaklı bir çocuk tutuyordu. Radko, bir yıldırım gibi gürledi.

— Eziyet etme be karı!..

Komitalar geriye çekildiler. Masanın önünde yalnız kalan kadın titriyor, hıçkırarak kucağındaki yavrusunu sıkıyor, sıkılan ve ürken çocuk, avazı çıktığı kadar bağırarak ağlıyordu. Bu çocuğun gürültüsü Radko’yu büsbütün hiddetlendirdi. Ayağa kalktı. Kadının karşısına giderek sordu:

— Söyle, soyunacak mısın?

Kadın yere kapandı. Öpmek için ayaklarını tutuyor, yaşlanmış yüzünü, dağılan saçlarım onun boyasız ve tozlu çizmelerine sürüyordu. Çocuk daha şiddetli haykırıyor, fırının içini gürültüye boğuyordu. Radko dayanamadı. Ani bir hareketle eğildi. Bu susmayan çocuğu anasının kucağından kopardı. Fırına doğru döndü. Gözleri dönen kadın, Radko’nun beline sarılıyor:

— Allah’tan kork, Allah’tan kork… diye yalvarıyordu.

Radko, bu narin kadının başına dehşetli bir yumruk indirdi. Yere devirdi ve:

— Allah benden korksun… diyerek hâlâ susmayan çocuğu ocağın içine fırlattı.

Bulgar milliyetçilerin bize olan düşmanlığının kökünde olan budur. Onlar bu hırsı yenemediler. Irkçılık yükü altında eziliyorlar. Onların insanlar arasında sürekli ayrım yaptığına Ömer Seyfettin daha bir asır önce şöyle işaret etmiştir:

“Ateşe atılan, Bulgar köylüleri kavrulmuş sarımsak, Sırplar yanmış patates, Rumlar kızartılmış balık ve şarap kokusu çıkarırlardı. Radko, henüz bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız yakamamıştı. Onların kokusunu bilmiyordu. Fakat Türk-ler… Balkan’ın bu en kuvvetli ve kanlı adamları keskin bir süt, bir tereyağı kokusu neşrederlerdi. Fırından gelen koku buydu.”

Onların yirminci yüzyıl formatı buyduysa bizim yirmi birinci yüzyıl formatımızı Türk kimliğimizi kesin oluşturup biçimlendirmemiz gerekiyor. Bu formatın kubbesini Türklerin birlik ve beraberliği, tek dil ve tek ulusta birleştiği belirlemiştir. Birleşemezsek, biz onların yok olmasını beklerken, bizim de yok olma tehlikesi yaşadığımız gün gibi ortadadır. Başbakan yedeklerinden gelen kokular da buna işaret ediyor.

Ne mutlu Türküm diyene!

Devam edecek.

Oku ve okut.

Paylaşmayı unutmayınız.

Reklamlar