Yazı:  25 11 2015

Tarih:  25 Kasım 2015
Yazan: Şakir Aslantaş
Konu: Biz bu yolları yürüdük.
Çocukluğumdan bir hatıram var.

Bir Bulgar okulunu görmemiz, Bulgar çocuklarıyla tanışmamız, Bulgar ailede konaklamamız, onların sofrasına oturmamız, sohbet etmemiz amacıyla okulumuz biz Türk çocuklarını ders yılı sonunda Kayacık (Dimitrovgrad) şehrine götürmüştü. Burada yerli Bulgar olup olmadığını bilmesem de, sosyalizmin ilk gönüllü emek atılımlarıyla kurulan bu şehirde Bulgar aileler yeni kurulmuş iki katlı henüz dış sıvası vurulmamış evlerde ve 4 katlı apartmanlarda oturuyordu. Şehrin tüten fabrika bacalarında kimse zehirli duman görmüyor, her birimizden dolana dolana yükselen siyah zehirde komünizmi görmemiz isteniyordu.

Bulgar evinde ilk gecelemem.

Akşamüstü Kültür Evinde tanışıp kaynaşma görüşmemiz oldu. Bulgar aileler bizden birini seçip kendi çocuğuyla birlikte elinden tutup gecelemek için evlerine götürdüler. Beni 8. Sınıf öğrencisi Hristo isminde bir çocuğun ailesi aldı. Yeni evlerinde Hristo’nun odası ayrıydı. Masası, yanında demir çubuklarla duvara asılmış 2 raflı bir kitaplığı ve kendi iskemlesi, kalem ve divitini koyduğu bir kutu ve kapağı sımsıkı sıkılmış bir mürekkep hokkası vardı. Defterleri kaplıydı.

Biz ödevlerimizi cam önünde yazıyor, kitaplarımızı yastık altında tutuyor, hokka dökülmesin diye göz önünde ocak rafındaki gaz lambasının yanında koruyorduk. Sandalyemizse inek güderken oturduğumuz kütükler, kökler ve taşlardı. Kitapları tek gözle okuyorduk desem yalan olmaz, çünkü ikincisiyle hayvanları yoncaya, mısıra, tütüne girmesin diye gözetliyordum.

Hristo ile onun odasında aynı yatakta yatacaktık. Kazağımı çıkarırken, okuduğum son kitabı sordu.

Sabri Tatov’un “İki Arada” kitabını anlatmaya çalıştım. “İki Arada” o yıllarda çıkan ve çok okunan bir eserdi. O da bana “Partizan Hikâyeleri” adlı bir ince kitap gösterdi.

Yatağımızı annesi önceden açmıştı. Başımın altına Hristo’nun baba kazaklarından dürülmüş iri düğmeli bir yün yumak konmuş, düğmeler rahatsız etmesin diye ters çevirdim, üstüme de çarşafsız keçi kılından örtü çektim.

Yattık kalktık.

Kapıya dikilen annesi, “Nasıl uyuyabildiniz mi, yoksa gece boyu konuştunuz mu?” diye sorarken, “hadi gelin, kahvaltı hazır” işareti verdi. Sonra Kültür Evinde toplandık yeniden ve teşekkür ederek vedalaştık.

Trenle dönerken annemin çarşaflı yorgan dikişi, yastıkların pamuğunu çırpışı gözlerimin önünden gitmedi.

Eve döndüğümde babama gördüklerimi, ne yiyip ne içtiğimi anlatırken, yastık ve keçi kılı çergesini de ekledim.

Otur” dedi. Ucundan çıkan tütün telleri komşumuz Onbaşı Ahmet’in burnundan çıkan kıllar gibi dört yana uzanan sigarasını sarmaya başladı. “Bulgarlar bizden yorganla çarşafı almışlar ama çarşafla kaplamayı alırken nazlanmışlar” dedi ve sana bir asker hatıramı anlatayım, diyerek hem çakmağını çaktı hem de şöyle başladı:

“Bulgar Kralı Ferdinand, 1806’da Tatar Pazarcık (Pazarcık) yöresini kaptıktan ve Prensliğe bağladıktan sonra şehrin zenginlerine misafir olmuş. Yemişler içmişler, hava kararırken birden bozmuş, sağanak yağmur boşanmış, konuk gitmek istese de gidilecek gibi değil, “buyurun kalın, sabah ola hayır ola” davetine uymuş ve misafir odasına geçmiş. Yatak açılmış minder çarşafsız, o sana verilen keçi kılından çergeye benzeyen birini örtünmesi için ona da vermişler, yatmış ama bir türlü rahat edememiş, keçi kılları arasında dönmüş durmuş, sonunda kalkmış, kapıyı açmış ve çarşaflı bir yorgan istemiş. Ev sahipleri, “hemen” deseler de Bulgar evinde çarşaflı yorgan yok…

Türk komşuların kapısını çalmışlar ve böyle böyle deyip olayı anlattıktan sonra, yüksek misafirin üstüne bir yorgan ve iki yanı oyalı Türk yastıklarından bir tanesini bir geceliğine istemişler.

Ferdinand yün içli çarşaflı yorgan altında ve kaz tüyü dolu yastık başının altında deliksiz bir uyku çıkardıktan sonra sabah erkenden ayrılırken, bu yorganla yastığı faytonuma atın, buyurmuş.

Yüksek konuk gidince komşular yorgan ve yastığı beklemişler, ama ne gelen ne giden var, bir gün iki gün geçince “komşu bizim yorgan-yastık” demişler.

Bulgar komşu olayı kıvrana kıvrana, dokuz dereden su getirerek anlatmaya çalışırken, Prens “çok beğenmiş, aldı götürdü” değince olay değişmiş.

Gelinimin çeyizindendir, size gelinime sormadan verdim, yüklüğüne koymak zorundayım!” deyip kestirip atmış komşu.

Bulgar aile olayı çözemeyince, Bulgarca yazması da olan o yılların Tatar Pazarcık müftüsü hokkayı açar ve işittiklerini İstanbul’dan getirdiği yaldızlı kâğıt üzerine kaz tüyü ucuyla ince ince döker.

Ferdinand mektubu alır, yaverinin okumasına kanmaz, kendisi de okur ve “ben onu çok beğendim ve Kraliçeme hediye etmiştim,” der.

Neyse kızara bozara olanları eşine de anlatır ve özel bir paket yaptırıp yorgan ve yastığı Türk aileye iade eder.

Her hadiseye bir öyküsü olan rahmetli babamın “Çar Ferdinand ve Türk Yorganı” hikâyesi de buydu.

Demek istediğim ev düzeni, alışkanlıklar ve yaşayış kültürümüz bilene ve anlayana çok değerli, anlamayana ise Çin Seti kadar uzaktı ve uzak kaldı da, geçen hafta Edirne Çarşısındaydım. Bulgaristan’dan gelenler paket paket nevresim takımı yükleniyorlar. Hayır ola!

Okuduğunuz için teşekkür ederim.

Reklamlar