BGSAM

Konu: 20. yüzyıldan 21. yüzyıla taşan ideolojik kavgalar.

Bölüm 1.

Konuyu özel olarak araştırıp işlememizin nedeni, 2017 yılından başlayarak “Deutsche Welle” (Almanya’nın Sesi” Radyosunun sıklaşan Nazi, Türkler, Türkiye ve İslam konularına ilişkin yorum ve yazılarında birçok hususu çarpıtma yeltenişleridir. Tarih:12 Ocak 2018 / Sofya

Nazileri, bir ideoloji olarak Nazizmi, toplumsal bir düzen olarak doğurduğu Faşizmi,

50 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan II. Dünya Savaşı gibi büyük bir felaketi,

Kısaca 1919 -1945 dönemini kapsayan bir tarih kesit ve İslam dinin bu gelişmeler içindeki yerini, fonksiyon ve rolünü, bu arada biz Türklerle ilgili bazı nüansları anlatabilmek için, İslam dini açısından biraz daha gerilere bakmak gerekir.

Irkçı bir teori ve strateji olan Nazicilik ve bu ideolojiyi 1919 – 1933 yılları arasında oluşturan, 10 yıl siyasi iktidara taşıyan ve barış ve savaş koşullarında uygulayan Naziler, Nürenberg Mahkemesinde yargılandılar: Irkçılık sözde gömüldü. 70 yıldan beri bilim adamları Nazi devlet arşivlerini karıştırıyor. Yüzlerce kitap çıktı. Yalnız 80 cildin Nazi Propaganda Bakanlığı Doğu Arşivinden süzülmesi ve İslam’ı ve Müslümanları konu etmesi çok anlamlıdır.  Bugün de Avusturya ve Bulgaristan’da faşist kırıntılar iktidara tırmandı.  Almanya, Hollanda ve Fransa’da parlamenter muhalefet oluşturdu. Bir saat gibi sınırlı bir zaman içinde ucuna değineceğimiz bu dev konunun önemi ve aktüelliği ortadadır.

Sizlere faşizmi, İslam dini ve Müslüman halklarla etkileşimini bir süreç olarak sunmak istiyorum. Yaşamdaki her şey gibi, aşamalı süreç olarak gelişen, Alman sağ, aşırı sağ ve nasyonal sosyalist akımı, bir ihtiyaç sonucu oluşmuş, belirli koşullarda gelişmiş ve amaçsallaştırılmıştır. Bu ihtiyaç, 1914 -1918 Birinci Dünya Savaşı  yenilgisi; toprak kaybı; Alman halkının elinin kolunun kıskıvrak bağlanması ve içinde ateş yanan bir şey, hatta kibrit üretmesinin bile yasaklanmış olması, halkın aç ve sefil yüzükoyun kalmış olması ve yeniden yeşerme, dirilme ve dünyayı soluma ihtiyacıdır. Koşullar değişim isteğini doğurmuş. Amaçsallaşan hedefte ulusun dirilebilmesi için ırksal arınma gereği belirmiştir.

Alman ırkı çok savaşçı, çarpışmaları kazanan ama savaşları hep kaybeden bir milletir.

Yüzyıl savaşına 35 milyonluk bir German ırkı olarak girmiş 5 milyon kalmış; 30 yıl savaşına 20 milyon olarak katılmış 4 milyon kalmış, aynı faciayı 7 yıl savaşında ve Birinci Dünya Savaşında da yaşamıştır. Fakat bir ırk olarak asla yok olmamış, hep yeniden kükremiştir.

Hayat kavgasında yaratıcılıklarıyla ünlü Alman ırkı, 1919 köleleştirici Wersay Antlaşmasını imzalamazdan önce Bismark Berlin, İstanbul Bağdat üzerinden Delhi ve yine Berlin’den çekilen ve Medine’ye uzanan demiryolu boyunca büyük bir İmparatorluk hayal ediyordu. Bu hayal bir defa “son nefesini alan” Osmanlıya “can suyu” vaat ederken, tarihin en büyük İmparatorluğundan kopan Arap dünyasında kurulan İngiliz ve Fransız sömürgecilik sistemi için kalbe saplanan bir hançerdi. Üstüne üstelik İngilizler yine aynı yıllarda Yahudileri Kudüs’e taşımaya ve sözde “vaat edilen” topraklara yerleştirmeye başlamışlardı.

Orient Politik” denen dünya siyasetini çok yakından izleyen Almanlar, yenilgiyle gelen ağır durumlarına rağmen Münih’te  “Deutsche Ausenpolitishe Strategi” (Alman dış siyaset stratejisi) ve “Ceopolitische Strategi” (Ceo-politik stratejisi) adlı iki dergi çıkarmaya başladı.

“Yeni geliştirilen stratejide, bir:  İtilaf devletleri emperyalisti ve özünde kötüydü. Ve iki: Türkiye İtilaf devletlerine bela olacaktı ve ne olursa olsun sonunda galip gelecekti.”

İngiliz basını Osmanlıyı “ölmüş ve kokuşmuş” olarak tarif ederken, Alman strateji uzmanlarının “Türkler hasta değil!” diye yazması, sanki dünyada yeni bir yıldız doğacağını müjdeliyordu.

  1. yüzyıl ilk çeyreği olaylarını, büyük düşünür Hegel’in şaşmaz diyalektik yasallıklar ve kategoriler teorisine göre irdeleyen Almanlar, Osmanlı yok olmadan içinden Türk ulusu ve devleti fışkıracağını öngörebilmişti. Onlar, şafakta ağaran ve dünyaya baş tutacak yeni devleti bu gerçeği Alman kamuoyuna anlatırken “olumsuzlamanın olumsuzlaması” yasallıyla birlikte, Kuran’ı Kerim ayetlerindeki “arınma” kategorisine gönderme yapıyorlardı.

Nazi ideolojisi gerekçesinin anlaşılmasında olağanüstü büyük rol oynayan bu tezi şöyle açıklayabilirim. Osmanlı Türk kavminin yarattığı devlet, ırk olarak Türk suyundan gelme, ama ümmet denen dallarında pek çok farklı etnisiteyi yani farklı dil, din ve gelenek taşıyan, bunların pek çoğu İslam’ı ve Müslüman uygarlığına göre yaşamayı kabul etmeyen büyük unsurlardı.  Hegel’in felsefesine göre, Osmanlı emperyalistlerin kesip kökü üzerinde ateş yakacakları bir ağaç olsa, kökünden fışkıracak olan yeni filiz Türk olacaktı. Bu açıdan yeni bir dünya görüşüyle uyanış arayan Almanlar Osmanlı içindeki Ermeni olaylarına, İngiliz omurgasının Çanakkale’de kırılmasına,  Sakarya zaferine, Yunanın İzmir’de denize dökülmesine, Fransızların Adana ve Mersinden, Rusların Kartsan – işbirlikçileri ile birlikte kovulmasına, uyanan Türk milletinin Osmanlı’yı ve mirasını olumsuzlaması yakından izliyor ve olumlu bir süreç olarak niteliyordu. 1919-1933 yılları arasında Alman basınında çıkan her 8 yorumdan biri “Tarihi reddederek dirilen” Türkler konusuna adanmıştı. Daha önce insanlık tarihinin yaşamadığı Türk örneğinden esinlenen Almanlar, toplumu arınmaya hazırlarken “haşarat” dedikleri Yahudilere ödünsüz savaş açarak, “üstün ırk” yani (arı ırk) yani “aryan” teorisini geliştirdiler.

Sözü edilen dönemde, bir dünya devleti şanını yaşatmak için çırpınan Osmanlı da, İslam dünyasının merkezi olarak İslamcılık (Pan İslamizim), Osmancılık (Pan Osmanizm) ve Türkçülük (Turancılık) gibi üç ideoloji belirdi. Bu teorilerin ikisi Osmanlı zihniyeti, üçüncüsü de Jon Türkler ve İtaat ve Teraki hareketinindir. Türk halkını Türkçülüğü seçmeye çağıran  Orta Asya Tatarlarından, İstanbul ve Paris Sorbonne öğrenimli düşünür Yusuf Akçura’dır. Türkçülük ideolojisinin meşalesi Diyarbakır Kürdü olan Ziya Gögalp olmuştur.

Naziler 2. büyük savaştan önce ve savaşın ateşi içinde Müslümanları saflarına kazanmak için, bu teorilerin üçünden de yararlanmıştır.

İslamcılığın temelinde Sultan 2. Mahmut’un “ Ben tebaamdaki din farkını ancak cami, havra ve kiliselerine girdikleri zaman görmek isterim” sözleri yarat. Osmanlı imparatorluğunun içinde bulunan, fakat İngilizler ve Ruslar tarafından kışkırtılan ve isyan edenlere karşı II. Abdülhamit’in siyaset çizgisi olmuştur. Irka bakılmadan din olarakbirleştirmeyi amaçlayan bir siyaset çizgisidir. Bu siyaset uygulanırken hilafet kurumunun rolü büyük olmuştur.

Osmanlıcılık – Müslüman ve gayrı Müslüman kişilere siyasi haklarını tanımayı, farklı toplulukları eşitlemek, din özgürlü tanımak, din ve soy çelişkilerini tanıyarak aynı devlet çatısı altında yaşamayı öngörüyordu. Bu teori ulusal devlet teorisine yenik düştü.

Türkçülüğün temelindeki cevher ise Türk Birliği’dir.

Özünde anti-emperyalist olan ve Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulmasına da karşı çıkan İslamcılık ve Osmanlıcılık’ta – bir Anti-emperyalist, antı,Bolşevik ve anti- Yahudi savaşında Müslümanları saflarına çekme anahtarı ve ilhamı bulan Naziziler, yabancı unsurlardan arınmış bir devlet kurma atılımlarında da Türkçülükten ilham almıştır.

Tabii iş bununla bitmiyor:

1919’da Fas’tan Mısır’a, Delhi’den Yeni Zellanda’ya ve tüm Orta Asya’da ve Balkanlarda bağımsızlığını kaybetmiş ve değişik biçimlerde İngilizler, Fransızlar ve Ruslar tarafından sömürgeleştirilen İslam dünyasının uyandırılıp ateşlendirilebilmesi için, yenilgi, parçalanma ve sömürgeleştirilerek ruhsuzlaştırılma nedenlerini gün ışığına çıkarmak ve bunları aşma formülünü yaratmak gerekiyordu.

İslam’ın en büyük düşmanı Yahudiler ve müşriklerdir, kâfirlerdir, demekle düğüm çözülmüyordu. Şi’i fırkasını Yahudiler kurdu demek de Şiilerle sunileri birleştirmedi.

Bu arada Nazilerin eline bir kitap geçer.  1710 -1730 yılları arasında İstanbul, Bağdat, Kahire, İran ve Hicaz’da İngiliz casusu olarak çalışan ve İslam dininin özünü kurutmak için gizli çalışmalarını Hempher’in kaleme aldığı bu eser, 1950’de yazılmış, fakat yayınlanmasına 150 yıl yasak konduktan sonra taze somun gibi Nazilerin eline geçmiştir. Bu eserin birinci kısmında, İngilizlerin İslamiyeti imha, yok etmek için hazırladıkları alçak planlar açıklanmakta; ikinci kısmında ise, İngiliz planlarının Müslüman memleketlerde sinsice tatbik edilişi, devlet adamlarını nasıl aldattıkları, Müslümanlara akla, hayale gelmeyen işkenceler yaptıkları, Hind ve Osmanlı İslam devletini nasıl dağıttıkları anlatılmıştır.Bu kitapta İngilizlerin Osmanlıda kurdukları casus ağı ortaya koyulurken, İslamin içinde bir öz kemirici olan Vahhabiliğin nasıl para pul ve makamla yaratıldığı da gün ışığına çıkarılmıştır. Her okuyanın İslamiyetin en büyük düşmanı İngilizler olduğuna inanmasını sağlayacak kadar açık olan bu anlatımda, casus yazar İslamiyeti bir ağaca benzetmiş ve şöyle demiştir. “Başka kafirler, fırsat bulunca, bu ağacı dibinden keser. Müslümanlar da onlara düşman olur. Fakat bu ağaç bir gün yeniden filiz verebilir. İngiliz böyle değildir. O, bu ağaca hizmet eder. Besler. Müslüman da onu sever. Fakat bir gece kimse anlamadan köküne zehr sıkar. Ağaç öyle kurur ki, bir daha filiz süremez. İngiliz vah vah çok üzüldüm diyerek, Müslümanları aldatır. İngilizlerin, İslam’a böyle zehr salması dedmek, para, mevki, kadın vb karşılığında  satın aldığı yerli soysuzların elleriyle İslam bilginlerini, İslam kitaplarını, bilgilerini, ahlakını ortadan kaldırmasıdır.” Nazi propaganda stratejisinin oluşturulmasında bu eser çok yararlı olmuştur.

Uzatmayalım ve meselenin özüne geçelim: İngilizlerin anti-İslam yaklaşımı Kuran’daki 72 ayetin çarpıtılmasına dayanır, Naziler İslam lehindeki propagandası, 1918 yılında Kudüs Baş Müftülüğüne getirilen, fakat İngilizlerin Filistin’e Yahudi yerleştirmesine karşı çıkan, görevini bırakıp Suriye’ye, oradan İran’a, ardından Türkiye üzerinden İtalya’ya geçen ve 1933’te Berlin’e vardığında devlet adamı gibi karşılanan, El Ezher mezunu Emin El Hüseyin tarafından biçimlendirilir. Hitler ona 90 bin Mark maaş ve işini örgütlemesi için 4 daire vermiştir.

Şimdi, Naziler ve İslam etkileşiminde bir basamak daha derine inelim.

1919 Wersay Antlaşmasını daha il anda kabul etmeyen Milliyetçi Almanların “Lebensraum” – yaşam alanı, yeni bir dünya görüşü olarak ortaya çıktı. Bu amaçla bir “Führer” – lider (önder) yetiştirme işinin de böyle başladığını herkes bilir. Bu bir kavgadır ve 2 dönem geçirmiştir. Birincisi, 1919’dan 1934’de kadar pasif; ikincisi de 1934 – 1945’e aktif eylem dönemindir. Bu kavga ve savaş öncelikle Faşist Nazici  ve Bolşevik – komünist DÜNYA DÖRÜŞÜ ARASINDA amansız bir kapışma olarak tanımlanır. 20. yy için belirleyicidir.

Konumuz Naziler ve İslam olduğu için, hemen altını çizeyim, bugün de geçerli olan bir temel kural var, İslam dünyası ile ittifak (müttefiklik-bağlaşıklık) geliştirmeyi esaslandıran İDEOLOJİ değil, maddi çıkarlar ve stratejik kavgaların motivasyonudur.

Şu da var, III. Reich ideolojik bir devletti. II. Dünya Savaşı da ideolojik bir savaştı. “Weltanschaungkrig” di ( dünya görüşü savaşıydı.” Yani ideoloji tank, top ve uçaklar kadar önemliydi.

Nazi ideolojisinin temelleri 1925’te Adolf Hitler’in Hapishane’de kaleme aldığı, daha doğrusu, 1934’ten sonra SS demir yumruk  tümenleri baş komutanı  Himmler’e dikte ettiği “Mein Kampf” (Savaşım) eseriyle atılmıştır. Bu eser  1990’a kadar yasaklıydı, şimdi “Slaveykov” meydanında 10 levaya satılıyor.

“Mein Kampta” işlenen temel sorun IRK sorunudur. Hitler, ırkları – arı, aryan, üstün – Alman Irkı ve özellikle Yahudi, Çingene ve Islav ırkı olmak üzere “alt ırklar” – yanı “yaşam hakkı olmayan ırklar” olarak ikiye ayırır. Bu görüşün bir strateji ve siyasette dönüştürülmesini, Berlin’de Irk Bakanlığı, daha sonra sayıları 56 ve içinde yakılıp imha edilen insan sayısının da 7 milyon kişi bulduğu gerçeğine işaret etmezden önce, “Mein Kampf” ideolojisinde İslam ve Müslümanlara bakış açısına bakmak zorundayız.

Avrupa’nın geleneksel ırk teorilerinde İslam bir SAMİ DİN, hatta aşağı bir SEMATİK DİN olarak tarif edilmişti. Bu görüşün temeli, 1983’te Paris Sarbonne’e de Fransız Şarkıyatçi ve din teorisyeni Ernest Renan tarafından atılmıştı. “Semitik bir din” olarak İslam fikri – dolayısıyla bu ırkçı görüş, Nazi ideolojisinin oluşmasında önemli bir rol oynamadı. Çünkü Hitler eserinde “ırk ile dini” bir birinden ayırdı. Sami anlamı – Beyaz ırkın Arapça, Asurca, İbranice , Habeşçe gibi dilleri konuşan çeşitli budunların toplandığı koldu.

Önce İbranice konuşanlara ilişkin, Yahudilerin Orta Doğu halklarından kesin bir şekilde ayrılması gerektiğini vurguladı ve “ani-semitizm”  kavramı yanlıştır, “Anti-Yudizmus”, (anti-Yahudilik) /Yahudi karşıtlığı/ denmesi gerektiğine işaret ederek değiştirdi.

İki, Nasyonal Sosyalist ırk teorisi Arapları, (çünkü son Peygamber onlardan seçildiği ve Kuran’ı Kerim vahiy de onlara indiği için) şanslı dünyaya yeni bir medeniyet taşıdıkları için kahraman ve Arapça gibi bir dilleri olduğu için bilge bir halkın tarihine bakan üstün nitelikli bir ırkın mensupları olarak kabul etti. (Yani Yahudiler gibi yok edilmeyeceklerdi.) Biliyorsunuz, Nazilerin ırk teorisi Avrupa’da yaşayan Yahudilerin üçte ikisini 3 yılda yok etti.) Bilgi olarak sunuyorum: ırkçı teorinin akıl hocalarından biri olan Adolf Eichman, savaştan sonra Kudüs’te yargılanırken savunmasında “Arapları da kapsadığı için anti-Semitizm” terimi yanlıştı ve bu nedenle “Yahudi karşıtı”  olarak değiştirildi” iddiasını  kendisi söyledi.

Üç, Türkler, Mısırlı ve İranlılar hakkında şöyle dendi: Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olduğu ve Türklerin de arı kan oldukları, hele sarı saçlı, mavi gözlü Mustafa Kemal Atatürk’ün  simayıysa Almanya’ya kolayca kabul edildi. 1919 – 1934 yılları arasında Alman basınında çıkan her 8 yazıdan biri Türk halkının yeniden doğuşunu anlatı dedim yukarda, bu yazılarda  Mustafa Kemal’i “Karanlıkta parlayan yıldız” olarak simgeleyen 17 adet “Mustafa Kemel – Otobiyografi” kitabı çıktı. Bu eserlerde, Türk ulusu, tüm emperyalist sömürgeci güçlere baş kaldıran ve tarihte ilk defa olmak üzere, emperyalist devletlerin Wersay, Sevır gibi anlaşmalarını hiçe sayıp bozan iradeli ve kölelik zincirlerini kıran kahraman bir halktı. Türk örneği uyuyan Almanları uyandıran rahmetti. 1918 -1934 yılları arasında Türkiye ve Türklerin lideri Almanlar için “rol model” oldu. Birçok gazete ve kitap milliyetçilikten, aşırı milliyetçiliğe ve faşizme atlayan Naziler’in “ Türkiye ile büyüdüğünü”  yazdı. Bir ideolojinin yaratılması için İhtiyaç, Ortam ve Hedef  gerektiğine yukarıda işaret ettim.  O yıllarda Almanya’da Türkiye’yi anlatanlar “bir kitlenin ulusa, olusun orduya dönüştüğüne, kıyametten çıkan insanların tek iradede buluştuğuna vurgu yapıyordu.  Türk ruhunun oluşması, toplumun arınması, çelikten bir adam olarak öne çıkarılan Atatürk’ün sert iradeli ve bir akü gibi enerji dolu oluşunun altı çiziliyordu. Almanya’daki Atatürk öyküsü bir FÜRERÇAĞRISI’na dönüştü. Türkçülük ülküsü, Alman milletinin uyanışıyla çakışıyordu.

O yıllarda Almanya’da “İnsan ve Kitle Psikolojisi” üstüne çalışmaları başladı. İslam doğarken Allahın ipine sarılmak isteyen insanlar, Mustafa Kemal önderliğinde ordulaşmış ve VATAN UĞRUNA birçok cephede birden savaşarak egemen olmuş. Cumhuriyet kurmuştu. Demek istediğim, dünyanın kaderini belirleyen irade ve görüşün değiştiğine işaret ediliyordu. Ulusu orduya dönüştüren lider anlatılırken, Alman basını “Lozan’a azmin zaferi, reel politikaya – güç ve anayurt sevgisi” dedi. Vatan ve Anavatan kavramları ile birlikte, TARİHİ YAPAN KİMDİR?” sorusu ortaya çıktı. Alman toplumu şu sorulara yanıt aradı:

1: İnsan mı, Tanrı mı?

2: Kitle mi, Lider mi?

3: İhtiyaç mı, koşullar mı, yoksa Führer mi?

Kamuoyuna yenidünya görüşü aşılanırken, Atatürk’ün izlediği siyasete “aktif” (eylem halindeki siyaset” dendi. Yahudiler ile birlikte İngilizler, daha sonra Bolşevikler ve Amerikan emperyalistleri kötü adam olarak simgelendi.

Irkçı ideoloji, ırkçı ideologu Clauss’un kaleminden “Irk ve Ruh” eserini çıkardı ve İslam dini ile Kuzey ırkları arasında yakınlık var dedi, Endülüs üzerinden ve Osmanlı İkinci Viyana Savaşıyla gelen bir İslam Zaferinin o zaman Avrupa’yı karanlıktan kurtarabilir olduğu ve bu olsaydı, Almanya ışık saçan ülke olacaktı, diye yazdı. Dünya görüşü olarak Nasyonal Sosyalizm ile İslam’ın yakınlığı vurgulandı.

Bu arada, “İslam totaliter ve siyasal bir güçtür” deyenler, Yahudilerin, Bolşeviklerin ve emperyalizmin baş düşmanıdır, Müslümanların Füreri Halife, Türklerin Füreri Atatürk dediler. Aynı zamanda, bir dava adamı ve disiplin ideali olarak Hitler putu yontuldu.

Bu yolda çalışmak, makale ve kitaplar yazmak, dünya görüşü geliştirmek için Berlin’e birçok Müslüman yazar ve gazeteci toplandı. Suriyeli Yazar Zedi Ali davet edilenlerden biridir. Düşünür Muhammet Sabri 1938’de “İslam, Yahudiler ve Bolşevizm” kitabını kaleme aldı. Baş Müftü Emin El Hiseyin’in siyasi danışmanları Memsureddin Ahmet ile Reşit Riza, tonlarca mürekkep tüketti.

Dört, Mısır ve İran halklarına da “ırkçı yasaların onları hedef almadığına güvence verildi.” Ne ki, eşeğini sağlam kazığa bağlamaya çalışan Şah Pehlevi, ülkesine “Persiya” yerine “İran” demesini emretri. “İran” sözü “Arı” kökünden gelir ve “Arilerin Ülkesi” ne işaret eder dedi.

Beş:  Sovyetler Birliğindeki Müslümanlarla ilgili yaklaşım şöyleydi: Söz konusu olan Doğu Türkleriydi ve ortak adları Tatarlardı. Ne ki, Almancada “Tatar” çok aşağılayıcı bir kavramdı. “Berlin Doğu Bakanlığı “Tatar” sözüyle ilgili bir talimat çıkardı. “Tatar” sözü artık kullanılmayacaktı, Volga Ural Tatarlarına artık “İdil-Ural Halkları” denecekti. Kırım Tatarlarına “Kırım Türkleri”, ve Azerilere “Azerbaycanlılar” denecekti.

Altı: 1943’te Almanlar Bosna –Hersek’e girince, Biz Bulgaristanlı Müslümanlar için de “Avrupa’nın ırksal olarak değerli halklarının parçasıdır” dendi.

Toparlarsak, “Türk halkların hepsi için “ırksal bakımdan değerlidirler” dendi.

***

Hitler ve İslam konusu “Mein Kampf”ta yazıldığı gibi kalmadı, sürekli gelişti.

Bu bakıma, annesi Alman Babası Mısırlı Arap olan Rudolf Hess’in;

Üniversite okurken bir Türk öğrenci ile aynı odada kalan ve kendisinden çok etkilendiği için 1936’da Müslüman olan Himmler’in de katıldığı “sofra sohbetlerinde” Hitler’in bu konudaki fikirleriyle ilgili 1990’dan sonra şöyle anlatımlar da çıktı:

Hitlerin her yerde ve  her zaman ardinda olan gizli “Tuhle Gesellachaft” (Tuhle Derneğinin” kurucusu, Nazi ideolojisinin mayalanıp oluşumunda olağanüstü rol oynayan, Münih’te çıkan “Volkische Beoubachter” gazetesinin sahibi, 18 yıl Türkiye’de yaşamış, Türkçe Arapça ve Farsça bilen  Baron Rudolf von Sebotendorff’un etkisi büyük olmuştur. Bu açıdan “Hitler bir İş kazası” değildir. Bu konu, Oksford, Elinoys, Harvard vb Üniversitelerin 400’den fazla eserine konu olmuştur. Hele “Soğuk Savaş” döneminin sona ermesiyle yeni bir patlama yaşanmış, Hitleri’in Dış İşleri Bakanlığında işlenen İslam konusu 100’e yakın cilt halinde yayınlanmış ve konu incelemeye açıktır.  Öyle olsa da, Hitler’in ardında, perde arkasından onu yönlendiren “Thule” adlı bir gizli örgüt bulunduğuna dikkati ilk çeken akademisyen Dr. Reginald Phelphe’nin, 1963’te “Journal de Modern Histori”  dergisinde “Tuhle Derneği ve Sebottendorff’u anlatan uzun bir yazı yayınladığına işaret etmeden geçmeyelim. Bir yıl sonra ise Alman tarihçi Dietrich Bronder konuyu bir kitabında inceledi. Bronder, Hitlerin her adımını yönlendiren “Tuhle”nin  çok tehlikeli, çok gizli, fakat tarihçilerin gözünden kaçmış bir örgüt olduğunu anlattı. Bu örgütün kurucusu olan Baron Sebottendorff için “eşi bulunmaz bir konspiratör” dedi. Buradaki soru şudur: Nasıl olmuş da, bu tehlikeli ve esrarengiz kişi bunca yıl tarihçilerin dikkatinden kaçmayı başarmıştır?  Bunun yanıtını, söz konusu kişinin hayatıyla ilgili bazı önemli bilgilerin Türkiye “Derin Devletinin” Arşivinde özellikle gizlenmiş olmasında da arayabiliriz.

***

Kuranı Kerim’e dönelim. Bu şiirsel anlatımda her şey su gibi sesiz aktıkça yol alırken, 2 hareket fiil dikkat çekiyor. Bunların birisi “arınma”, diğeri de “temizlenme” dedik. Eş anlamlı gibi görünseler de, derin düşünüldüğünde birisi iradenin kendi içindeyken, diğeri ise sanki şekilsel anlamlıdır. Hiçbir ayetinde “evrim” ve “devrim” denmeyen Kuranı Kerim, 19. asırda Alman idealizminin atası, feylesof Georg Wilhelm Fridrich Hegel’in “obje ve özne” tartışmalarında, “Felsefe Sistemi” ve “Felsefe Tarihi” gibi temel eserlerinin her satır arasında kendini belli eder.

1915’te Osmanlının, bir Türk ırkı olarak kendisini arıtması Almanya’da olağanüstü etki yapmıştır, dedik. Kendisini olumsuzlayan Osmanlı devlet ve toplumunun içinde her yaprağı Türk olan ve doğuşuyla birlikte Türklük iradesi ve bilinciyle dünyaya açılan TARİHSEL OLGU, – Türkçülük; Alman halkının da “Yahudi dedikleri haşaratlardan” ve Alman toplumunun kanını emen diğer “kenelerden” arınması gereğini doğurup ortaya koymuştu. Bu anlayışa göre bu olmasa da olurdu, yapılmasaydı Alman ırkı yok olurdu, yapıldı da ne oldu savaşın sonunda yine ölümcül yara aldı, deyenler de haklıdır ve bu görüş insan ayrımına ve ırk üstünlüğü teorilerine ateş açan ana görüş olmaya devam ediyor.

Verdiği sonuçlara bakılmaksızın, bu yasallığın adı olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Osmanlının olumsuzlanmasından Allah’ın iradesi yerine, halkın iradesi, bir soy uzantısının yerine halkın lideri doğmuştur. Bu tarihsel olay, gün ışığında ve herkesin gözü önünde olmuştur. Bu bakıma, Hitler bu yasallıkta sanki bir taklit ya da bir istisnadır. Çünkü karanlık, okült, gizli, bilinmeyen, görülmeyen güçler tarafından tasarlanmış, tolumun lider ihtiyacını karşılamak için fese püskül yapılmıştır. Bu nedenledir ki, Hitler iktidara gelince kendi karanlık geçmişiyle ilgili bilgilere sahip olan herkesi öldürmüştür. Sağ kalan Baron Sebotendorff çareyi Türkiye’ye kaçmakta bulmuş ve yıllarca orada kalmıştır. Bu ayrıntıya girmemin nedenlerinden biri, daha önceci konferansımda, HÖH kuruluş örneğini anlatırken da değindiğim “gizli yaratılan ve damat fesine püskül edilen” örneğin öyküsüdür.

***

Naziler ve İslam konusunu işlerken, Führer’in İslam dinine çok fazla ilgi gösterdiğine işaret ediyorum. O, “Mein Kampf”ın 292 ve 293. sayfalarında “İslam’dan büyülendiğini” adeta  göstermiştir. 747. sayfasında ise, “İslami inancın Afrika ve Asya’da hızla ilerlediğini kabul etmiştir. Aynı zamanda Mısırda da “Türkiye’deki gibi bir kutsal savaşın, Müslümanlar halen uyuduğu için makineli tüfekle yok edileceğine işaret etmiştir. Hitler’in eşi Eva Braun’un kız kardeşi İlse,  savaştan sonra “Hitlerin kendisiyle ve kız kardeşiyle İslam dinini sıkça tartıştığını” paylaştı. Sofra sohbetlerinde Hıristiyanlığı, özellikle Katolikliği değersizleştirmek için İslam’ı Hıristiyanlıkla karşılaştırdığını, yazdı.

İslam, buranın ve şimdinin bir dini olduğu halde, vaat ettiği cennetle karşılaştırıldığında Hıristiyanlığın pek çekici olmayan bir karanlık olduğuna vurgu yaptı.

Bu görüşler üzerinde durmamın nedeni şudur.

Adolf Hitler, 1933’te iktidara geldikten sonra ”Yeni Alman Hıristiyanlığı” diye bir kilise kurdurmuş, hem Protestan hem de Katolik kiliselerini dışlamıştı. Bu kilisenin yayınladığı “İncil” de tek kelimeyle dahi Yahudi sözünün geçmesine izin vermemişti. İsa Mesih ise, aslen esmer ve Yahudi bir haham olduğu halde, Hitler’in yayınladığı İncil’de  “Soylu bir Alman Prens” olarak gösterilmiş ve irikıyım, sarışın ve mavi gözlü, uzun saçlı, kulağı küpeli bir Töton Şövalyesi olarak tanıtılmıştı.

Bu açıdan bakıldığında Hitler için din yeryüzündeki yaşamı pratik olarak destekleyen bir araçtı. 1941’de Himmler’in de hazır bulunduğu bir ortamda o şöyle demişti: “İnsanlara yıkanmayı, belli içkilerden sakınmayı, belirli zamanlarda oruç tutmayı, güneşle birlikte kalkmayı vs., bütün bunlar akıllı kişilerin icat ettiği yükümlülüklerdir.” Ve şunları ilave etmişti: “Cesur savaşanlara da gerçek bir dünyevi cennet vaat etmiştir.

İki ay sonra, başka bir konuşmasında o, “Muhammed’in cennetinden heyecan duyan insanlar hayal edebilirim, ama Hıristiyanların yavan cennetinden değil” demiştir. 4 Nisan 1942’de ise bu görüşe şunları ekledi:“Tıpkı İslam’da olduğu gibi, Japon devlet dininde de hiçbir terörizm türü yoktur, aksine bir mutluluk vaadi vardır. Hıristiyanlık ise aksine “dinin terörizmini”  evrenselleştirmiştir.” Hitler’in Hıristiyanlığa karşı aldığı bu tavırdan sonra, Almanya’da Konfüçyüs, Buda ve Hz. Muhammed’in dinleri geniş taban bulmuştur.  “Almanlar Müslüman olsaydı, tarihte daha başarılı olurdu” – sözleri Hitlere aittir. Fürer’in İslam’a duyduğu bu hayranlık ışığında. Propaganda şefi Goebels de, 1942 yılında “İslam dünyasıyla ittifakı öne çıkarma” emri verdi.

***

İslam ve Propaganda:

Nazilerin II. Dünya Savaşı arifesinde ve savaş esnasında yaptığı propaganda sözlü ve yazılıdır. Sözlü olan radyo yayınlarıyla ve ordudaki Müslüman siyasi subaylarla yapılmıştır. Almanları imanın savunucusu olarak tanıtan bu propaganda din yüklü büyük bir propaganda kampanyası olarak başlatılmıştır. Radyo yayınlarının ilk hedefte Kuzey Afrika ve Yakın Doğu Arap ülkeleri vardı. Bunlar Fransa ve İngiltere sömürgesi ülkelerdi. Hitler ordusu 11 Şubat 1941’de Libya-Trablus’a çıkınca başladı. Karşılarında ise Bi Bi Si ve Paris Mondeal – gece gündüz durmadı.

Alman propagandası İslam’ın siyasallaştırılmış bir versiyonunu yaydı. Berlin Nazi

Propaganda beynine göre Müslümanlar her gün birkaç defa bir araya gelen, Cuma ve bayramlarda toplanan, orta ruh sahibiydi, kulak algısı güçlü, imanlı ve ortak bir ruh taşıyandı.

Arapça yayınların siyasi özünde, metropollerin barbarlığı, sömürgecilik, mandacılık, düzen, liderlik ve kuvvet idealleri gibi Nazizmin ve İslam’ın paylaştığı varsayılan değerlere göndermeler vardı. Bu göndermelerde, Fransa şeriatı baltalamakla, Kuran kurslarını yasaklamakla, camilere saldırmakla ve misyonerlik yapmakla suçlanıyordu; Halk sömürge rejimine karşı mücadeleye çağrılıyordu. Ayaklanmak Allah’ın desteklediği ilahi bir görevdi.

Spikerin sesi, “yolsuz, asalak Yahudi ırkı” dışında her ırka “Tanrı verdisi” diyordu. Sovyetleri, İngilizler’in gönüllü cellâtları olarak tasvir ediliyordu.

Yayınlar her defasında “Fatih” suresinden bir alıntıyla – “Allah sizin bildiğinizi bilir. Size yakın zamanda bir zafer verecektir.” Sözleriyle bitiyordu.

Yazılı propaganda “Büyük Müftünün Çağrısı” olarak düzenlendi. El kitabı ve kart postal olarak dağıtıldı. 20 milyondan fazla basıldı. Hedefte İngiliz karşı tearuzunun Arap Yarımadasında boşa çıkartılması vardı.

1943’te Arapça çıkan bir “İslam ve Demokratlar” broşürü İslam’ı temel aldı, düşmana  düz bir mantıkla saldırdı. İngiliz, Amerikalı ve Yahudilere İslam’ın en büyük düşmanıdır’ dedikten sonra Kuran’dan Yahudi karşıtı ayetler seçilmiş, “İnsanlara en şiddetli düşman olarak Yahudiler ile Allah’a eş koşanlar”, dinsel bir çerçeve içinde sunuldu. Mihver devletleri topluca Müslümanların dostu olarak tanıtılırken, 20 bin cami ve mescit yıkan “Allahsız Bolşevizm” ve Müslümanları kutsal topraklardan kovan Yahudiler kınanıyordu. Tunus’a 6 milyon “Almanya ve İslam” broşürü dağıtıldı. Propaganda materyallerinde Hz. Muhammet’in Uhud ve Bedir Savaşları ile Hitlerin verdiği savaşlar benzetmeli anlatılıyor, Mihver savaşı kaybederse Müslümanların Hıristiyanlaştırılacağı söylentileri yayılıyordu.

Gökyüzünde Allah’ı, yeryüzünde Hitleri isteriz” broşürü kapağında Büyük Müftü El Hüseyin ve SS askerlerinin resmiyle uçakla Suriye üzerine 300 bin, Akdeniz kıyısına 50 bin saçıldı. Almanlar İslam dostu olarak, Hitler de dinsel bir şahsiyet olarak gösteriliyor.

Bu arada Himmler, 14 Mayıs 1943’te, Alman Güvenlik Baş Müdürlüğüne “Fürer’in Kuran’da ve Peygamber’in işini tamamlamakla görevlendirildiği kanaatine temel oluşturabilecek Kuran ayetlerini bulma” emri verdi. 4 ay sonra ilgili makam, “Kuran’da kullanılabilecek bir pasaj bulunmadığı, ama dünyanın bazı bölgelerinde Müslümanların, “Führer’le bir bağlantı” ya olanak veren, “Peygamber’in nurunun dönüşü” ne imada bulan Mesihçi inançlara sahip oldukları bildirildi.

İkinci bir cevapta ise, “İslami eskatoloji”, merkezi yer alan  “Mehdi” düşüncesine işaret etti.  “Mehdi’nin ahir zamanda ortaya çıkıp inancı savunacağı ve adaletin üstün gelmesini sağlayacağı farz edilir.” Görüşü ortaya kondu. Gerçekten de Mesihçi inançlar yüzyıllarca hem Şii hem de Sünni dünyada yaygın oldu. İki savaş arasında Mehdi Ayaklanmaları oldu. Kurtarıcılık ruhu hep canlıydı. Sömürgecilik karşıtı mücadele Mehdicilikle bağlandı.

Bu konu üzerinde özel araştırmalar yapan Reich Güvenlik Baş Müdürlüğü’nün “Doğu” Araştırma Seksiyonu uzmanları bir rapor hazırladı.  “Führer’in ne Peygamber olarak, ne Mehdi olarak tasvir edilebileceğini, fakat  “Kuran’da geri döneceği ve Şövalye George figürüne benzer biçimde, kıyamet günü dev ve Yahudi Kral Deccal’ı yeneceği öngörülen İsa olarak “tanıtılabileceğini” nımsatan yazı var denildi. Baş Müdürlük buna uygun Arapça bir broşür çıkardı. Deccal’ı Yahudi düşman olarak tasvir eden broşürde şöyle dendiyordu:

Broşürün adı: Filvaki Günün Bilgisidir.

Bize, ahir zamanda Deccal’ın ortaya çıkacağı öğretildi.

O, insanları kandıran ve yanlış yola sevk eden bir ucube.

Bu, müminler için büyük bir baskı dönemi olacak.

Ünlü Arap tarihçi Ebu Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Deccal’ın bütün dünyaya hükmedecek bir dev ve Yahudi bir Kral olduğunu söyledi.

Muhammed bin İsmail el-Buhari, Deccal’ın kıvırcık saçlı ve şişman olduğunu söyledi.

Ey Araplar, Deccal’ın vaktinin geldiğini görüyor musunuz?

O, hile yapan ve bütün dünyayı yöneten ve Arapların toprağını çalan bir şişko, bir kıvırcık saçlı. Siz bu Yahudi’yi tanıyor musunuz? Aslında o bir ucubedir. Müttefikleri ise şeytandır!

Bize, Deccal’ın hâkimiyetinin sürmeyeceği öğretildi.

Abdullah Ömer El Bedevi, Allah mızrağıyla Deccal’ı öldürecek, yerlerini yıkacak ve hizmetkârını gönderecek dedi.

Ey Araplar, Allahın hizmetkârını tanıyor musunuz?  Dünyaya geldi, mızrağını Deccal’a ve müttefiklerine çevirdi, onlara derin yaralar açtı. Yazıldığı gibi, Deccal’ı öldürecek, yerlerini yıkacak ve müttefikleri cehenneme gönderecektir.

Yazılı propagandada bu olay Şi’ilikteki beklenen 12. İmam olayına bağlandı ve yazılı metinlerde işlendi.

Bunu yapacak olan da Hitler ordularıdır. Himmler bu metni onayladı. Propaganda bakanlığı hemen 1 milyon bastı. Buna zemin hazırlanırken, tam Kuran’ın ağırbaşlı ve akıcı tonuyla “Mein Kampf” da İslam alimlerinin yardımıyla Arapçaya çevrildi. Fas’tan Hindistan’a kadar ses getirmesi beklenirken, Beyrut’ta çıkan İngiliz yanlısı “L’Orient” dergisi şu haberi verdi:

Alman Oryantalistler siyasal amaçlı yeni bir Kuran hazırlıyorlar. Müslümanlar Hitler’in Allah’ın Elçisi ve kitabının ilahı esinli olduğuna inansınlar diye , “Mein Kampf”tan seçilen pasajları Kuran ayetleri biçiminde sunuyorlar.”

Baş Müftü El Hüseyni imzalı bir bildiride ise şöyle deniyordu:

“İslam’ın en büyük düşmanları Yahudiler ve Bolşeviklerdir. Düşmanlarınızın saflarında savaşmak en büyük, ölümcül günahtır. Aynı zamanda ülkenize ihanet etmektir. Dinsel emirleri ve öğretileri çiğnemektir. Sevgi ve dostluklarla bağlı olduğunuz Almanlara karşı neden savaşıyorsunuz?  Anayurdunuzu ve dininizi savunmak görevinizdir.”

Radyo yayınları Broşürlerden önemliydi.

İslam ülkelerine yönelik kısa dalga radyo yayınları önce Faşist İtalya’da 1934’te Radyo Bari’den Arapça başladı. Hitlerin Mekke ve Medineye uzanan Arapça kısa dalga yayınları Alman Askerilerinin Libya’ya çıkmasıyla başladı.

Radyo Berlin”in Zeesen’den yayınları 1936’da başladı. 1939’dan başlayarak aynı radyonun standart yayınları Türklere, İranlılara ve Hindistanlılara da yöneldi. Bu merkezde yazıcı, çevirmen ve sunucu olarak 80 kişi çalıştı. Bu merkezde Müslüman çalışanları Alimcan İdris yönetti. Arapça baş sunucu Iraklı gazeteci Yonus Bahri’ydi. Bu sunucunun ses özelliklerinde, sertlik, keskin ses, biraz sesini yükseltme ve saldırgan konuşma tarzı – Berlin propagandasında marka olmuştu. Arapça metinler okunmazdan önce son kontrol Alimcan İdris’indi. İslam dini kullanılarak İngiliz İmparatorluğu, Amerika Birleşik Devletleri, Bolşevizm ve Yahudilik saldırı hedefiydi. 400 milyon Müslüman’ın emperyalistlerin gücünden daha büyük bir güç oluştur duna basarak, mücadeleye davet ediliyorlardı. Baş Müftü El Hüseyin de sık sık mikrofon başına geçiyor ve doğrudan şöyle diyordu: “Allah aşkına, tarih aşkına ve din aşkına bulunduğunuz her yerde Yahudileri öldürün!”

Stalin’i hedef alan yayınlar, “Bolşevik ilkelerle İslam’ın taban tabana zıt olduğunu”, Moskova’nın camileri yıktığını, Kuranı yaktığını ve Müslümanların dinsel görevlerini yerine getiremediğini her yayında tekrar etti.

Balkanlara yönelik yayınlarda, “Büyük Almanya’nın Balkan Müslümanlarının haklarını savunmaya hazır olduğunu vurguluyordu. Bu yayınlarda uyanmaya çağrı, cömertlik, bencillik, erkeklik, kahramanlık, fedakârlık, İslam’da yenilenme gibi konular işlenirken, dindarlık, doğruluk öğütlenirken, Haç üzerine sohbetler yayınlanıyordu. “Peygamberiniz gibi olun, yani laf adamı değil, amel adamı olun ve geleceğe hazırlanmak için geçmişten ders alın!”

çağrısı yazılar arasında devamlı tekrarlanıyordu. Kutlu Doğum, kurban ve ramazan bayramlarına geniş yer ayrılarak yayınların derin bir ilgiyle devamlı izlenmesine gayret ediliyordu.

Aslında bu İslamcı yanı Pan İslamist bir propagandaydı: Özünde “dost” ile “düşmanı” ayırmak vardı. Hitlerin yürüttüğü kıyım savaşı “Küresel bir İslami savaş” düşüncesiyle propaganda edildi. Dinsel bir propagandaydı. Din kavramları ve Kuran ayetlerine devamlı göndermeler yapıldı. Yahudi karşıtı propagandaya sürekli Kuran’dan ayetler serpiştirildi. Dinsel olmayan terimler dinsel bir dille sunuldu. Örneklemek gerekirse bombardıman uçağının Almanca karşılığı “Ştuka” dır. (Ştutskampfflügzeug).  “Peygamberin kartalı gibi gökten inip yerdeki düşmanı yok eden bir uçak” olarak çevrildi.

Not düşmek istiyorum: Savaş sırasında Türkçe, Farsça ve Urduca propaganda saatleri arttı. Türkçe yayınlarda, ülkenin laik durumu dikkate alınarak” İslam’dan çok az yararlanıldı.

Farsça propaganda’da “kabalığa kaçmamaya” dikkate edilirken, müminlerin derin duygularının incitilmemesi hassas noktaydı. Farsça propaganda’ da  “beklenen 12. İmam” umuduna basılarak, “Hitler Allah’ın gönderdiği kurtarıcı” olarak sunuldu.

Urduca yayınlarda, bireysel dinsel propaganda değil, İngiltere’ye dinsel nefret tohumları ekmeye çalıştı. İngilizlerin İslam düşmanlığı ve dünya egemenliği kınandı. İslam’a dayanan bir antiemperyalist fanatizm yaratılmaya çalışıldı.

Naziler sözü geçen ülkelerde bedava kısa dalga alıcısı dağıttılar, kahve ve çayhanelerde Berlin Radyosunu dinleyenlere ikramda bulunuldu vs. Kuşkusuz bu yayınlara karşı susturucular, parazitli yayınlar vardı. 1942’de İran’da, Kum kentinde,  Radyo Berlin’i dinleyenlerden biri, yakın geçmişin İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni’dir.  O, “Sırların açığa vurulması” başlıklı bir el kitabı yazarak, radyo yayınlarından gelen  “Hitlerci ideolojiyi” eleştirirken “insan zihninin en zehirli ve iğrenç ürünü” diye lanetledi. “Hz. Alinin halifesi Hitler” sloganını kınadı.

Çok ilginçtir Savaş sırasında hiçbir Yahudi karşıtı ayaklanma olmamıştır.

Alman propagandasının etkisi değişik ülkelerde farklı olmuştur.

Örneğin Kahire’de Ezherli öğrencilerin çoğunun görüşü Alman yanlısı olduğu için kovuşturulmuşlardı.

1943’te Trablus Müftüsü Churchill ve Büyük Britanya’yı öven bir açıklama yaptı. Almanların İslam’ın kurtarıcısı olduklarına inanmadıklarını söyledi.

Fransız Kuzey Afrika’sında 233 bin yerli Nazi Almanya’sına karşı savaşmak için gönüllü yazıldı.

Bunların 134 bini Cezayirli, 73 bini Faslı ve 26 bini de Tunusluydu.

Bu arada 9 bin Filistinli İngiliz ordu birliklerinde savaştı.

Aynı zamanda Hitler ordularında ve SS birliklerinde de 300 000 Müslüman yer aldı. Fakat Baş Müftü El Hüseyin’in “Arap – İslam Ordusu” kurma fikri tutmadı.

Cepheye gönderilen 79 piyade taburu arasında 54’ünde Müslümanlar egemendi. 35 – 40 Müslüman Volga Tatar Lejyonu; 110 – 180 000 arasında Türkistanlının katıldığı Türkistan Lejyonu, Kafkaslarda 110 bin Müslüman Lejyonu Almanların saflarında savaştı. 3 Müslüman taburu Stalingrad Savaşında kullanıldı. 1945’te Berlin’in savunmasında toplam 6 Müslüman taburu yer aldı. Yeri gelmişken Reistag’a zafer bayrağını dalgalandıran Kızıl Ordulu erin de bir Müslüman Tacik olduğunu vurguluyorum.  Bosna-Hersek SS taburları sert ve aktifti. Birinci Dünya Savaşında 9 653 şehit veren Bulgaristan Türklerinden de Doğu Cephesi için asker almak istense de, tutmadı.

Bu ölüm kalım yıllarının yere basan ayağı da vardı.

Bir yandan “Pan İslam Konferansları” düzenleniyor, Suniler Buhara’da, Şiiler Bakü’da Hitler sürülerine karşı savaşı destekleme kararı alırken, Londra, Berlin, Tokyo ve Sarayevo’da yeni camiler inşa ediliyor. Müslümanların dinsel mekânlarına ve geleneklerine kesinlikle saygı göstermeliyiz” çağrısında Bulunan Wermaht – Alman komutanlığı, “toplamayın, dolaba saklamayın!” çağrısıyla Kuran bastırıyor ve esir Müslüman askerlere dağıtıyordu.

Biraz da doğu cephesine bakalım: Sovyetler Birliğinde 20 milyondan fazla Müslüman yaşıyordu.  1917’den sonra bunların 20 bin camisisi, mescidi ve medresesi yıkılmış, ya da sosyal tesisse, lokantaya dönüştürülmüş, kutsal kitapları yakılmıştı. Nazi birlikleri Kırım, Karaçay-Çerkesya ve Kabardino Balkarya  ile Çeçen İnguş bölgelerini ele geçirince, camilere minareler dikilmeye, ilk okulda din dersi okutulmaya, bayramlar kutlanmaya, Sovyetlerin kamulaştırdığı dini müessesseler, vakıf malları iade edildi, Pazar yerine Cuma gün tatil ilan edildi. Yıllar sonra kendi camilerinde namaz kılma özgürlüğüne kavuşan Müslüman Kırımlılar ve diğer Müslümanlar, Bolşevizm’e ve partizan çetelerine karşı silahlandı ve savaştı. Bölgesel yönetim İslami temelde yaratılırken, Akmescit’te  bir Baş Müftülük kurulması düşünüldü. Bu Baş Müftülüğün SSCB’deki Tüm Tatarların Baş Müftülüğü olması raporunu Alimcan İdris hazırladı. Kırımlı Tatarlar Birleşik İslam imparatorluğu yerine, Müslüman Halklar İttifakı istiyorlardı. İdris raporunda, Doğu’nun Türkleri bir halk savaşından sonra birleşemeyecekse ya da onlara ulusal bağımsızlık verilmeyecekse, “tek tip bir dinsel örgütlenme altında” örgütlenmeleri gerektiğini yazdı.

Pan-İslam seferberliği yapıldı. Mescitler açıldı. İslam Hitler ordusuna asker toplamak için araçsallaştırıldı. Hitlerin Yahudi ve Çingene avı Kırım ve Kafkaslarda da devam etti. Sünetli Çingenelerle problemler yaşandı. Bu arada, Stalingrat zaferiyle savaşın yönü değişti.250 bin Türkün yaşadığı Kırım ve 300 bin Müslüman’ın ikamet ettiği Kafkaslar sürgün ve kıyım faciası yaşadı. Bu faciayı 4 cümlede şöyle özetleyebiliriz.

  1. 17–18 Mayıs 1944’te Kırımın bütün Müslüman nüfusu Orta Asya ve Kazakistan’a aktarıldı.
  2.  Karaçaylıları, Balkarları, Çeçenleri ve İnguşlar yüksek ihanetle suçlandılar.
  3. Kasım 1943’te bütün Karaçay nüfusu Orta Asya ve Kazakistan’a taşındı.
  4. Çeçenler ve İnguşların çoğu sürgün edildiler.

Doğu’ya doğru ilerleyen Almanlar pek çok şehir ve köyde Müslüman kültürü korumuş aileye rastladı. Litvanya’ya girdiklerinde Yakup Şinkeviç’i Litvanya ve ardından da Doğu Bölgesel Müftüsü yaptılar. Varşova İmamını değiştirdiler. Fakat şöyle bir gerçek de unutulmamalıdır. Irkçı propagandayla eğitilen Alman askerleri Doğu’daki “Asyatik” halklar arasında ayrım yapmak istemiyor, hepsini “insan altı varlıklar” olarak görüyordu. “Barparos” operasyonun ilk aylarında tutuklanan ve sünetli olan Müslüman askerler, Yahudi kabul edilerek SS mangaları tarafından öldürüldü. Almanların kafasını iyice karıştıran bir olay da Yahudilerin bir kısmının Müslüman olmasıydı. Örneğin Kırım’da Karaimler ve Kırımçaklar, Kuzey Kafkasya’da “ Dağ Yahudileri” olarak da bilinen Yahudi-Tatlar, Türkçe konuşan Karaimlerle ve Kırımçaklarla karşılaşınca SS mangaları ne yapacağını bilemedi. Kırımçaklar öldürüldü. Karaimler müttefik ilan edildi. Birçokları gönüllü birliklere katıldılar. Kırımlı Çingeneler Müslüman’dı. Binlercesi kurşuna dizildi. Aynı zamanda Kızıl Orduda binlerce Kırımlı ve Kafgasyalı savaşıyordu1941’de Ufa Baş Müftüsü Sovyet Müslümanlarını Sovyetler Birliği’ni din adına savunmaya çağırdı. Usa Müftülüğü Özbekçe, Türkmence, Tacikçe ve Farsça yazılı propaganda başlattı.  312 Ekim 1942’de Kafkasya için mücadele doruğuna ulaştığında “Pravda” gazetesinin yarısı Türkçe çıktı. Sovyetler Birliğinin her yerinde camiler yeniden açıldı, imamlar vaazlarına şöyle başlıyordu: “Sovyet otoritesi Allah vergisidir. Bu yüzden Sovyet otoritesine karşı çıkan herkes, Allah’a ve Peygamber’i Hz. Muhammed’e karşı çıkar.”

Aynı dönemde Balkan Müslümanlarının durumu da ilginçtir.

Bulgaristan Müslümanlarının yayınladığı bildirilerde yalnız dini sorunların çözümü istenirken, Bosna-Hersek’te Müslümanlar “Alman koruması altında özerklik” istediler.Tito partizanlarına ve Ortodoks Sırp Çetelerine karşı savaştılar. Bosna Müslümanları Pan-İslam referansla Hitleri övdü, Yahudiliğe, Farmasonluğa, Bolşevizme ve İngiliz sömürgeciliğine karşı olduklarını ilan ettiler. İslam komünist öğretinin doğal düşmanı olarak güç topladı. Büyük Müftü El Hiseyin Bosnayı ziyaret etti. Müftü’nün ziyareti vesilesiyle halka 50 ton patates ve 10 ton şeker dağıtıldı. Bosna Hersek, Bohemya ve Moravya Müslümanları Viyana İslam Cemaatinde birleştiler.

Balkanlara yönelik yazılı ve sözlü Nazı Propagandası arşivleri halen Frayburg’da saklanmakta ve açılmamıştır. Eldeki belgelerde, Tito partizanları İslam’ın düşmanı olarak bitelendirilirken, Alman propagandası İslam’ı Yahudi nefretiyle birleştirmiştir. Dağıtılan broşürlerde “Peygamber ile Hayber’in Yahudi Cemaati arasındaki çatışmayla başlayan kadim düşmanlık düşünceleri yayılmıştır. Titonun partizanları Müslüman katliamına işaret ederken, yazılı propaganda belgelerinde “Doğudan gelen kızıl bir dalga, Balkanlarda bütün halkları ve dinsel cemaatleri yutmakla tehdit ediyordu.”  Bu propaganda’da birçok kez hoparlörlü kamyonet kullanıldı. Burada vurgulanması gereken özel nokta, Bosna-Her sek’in daha 1882’de, bu yöreyi Osmanlı yönetiminden kurtarmak için Hasburg bürokrasisi tarafından kurulan “Reis – ül Ulema” üyesi önde gelen 4 din adamı ve bunlarda biri olan Yüksek Mahkeme Başkanı Fehim Spaho tarafından yönetilmesiydi. O yıllarda Ulema Meclisi’nin saygın bir üyesi olan Ali Aganoviç, Müslüman dinsel özerkliğinin ancak siyasal bağımsızlıkla kurulabileceğini, Balkan Müslümanlarının önemini vurgulayarak da, HALİFELİK MAKAMININ Kudüs Müftüsüne verilmesini istemiştir. Bu arada Müslüman Kurtuluş Hareketi gibi Müslüman öz-savunma grupları kuruldu. Arnavut Müslüman politikacı Bedri Pejani Ortodoks Hıristiyanlardan temizlenen Kosova ve Sancak’ı, Bosna, Hersek ve Arnavutlukla birleştirerek Balkanlarda Müslüman bir devlet kurmak için Kudüs Müftüsünden yardım istedi, fakat Naziler engel oldu. Bu arada, Bulgar birlikleri, işgal ettikleri Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesi idaresini ele almış ve yerli Müslümanları yönetiyordu.

Savaş sonunda bütün Balkanlarda Müslümanlar yaygın bir biçimde işbirlikçi olarak damgalandı.

Savaş yıllarında Müslüman askerileri motive etmek için imam hazırlayan okullar açıldı. “İslam’ın militan ruhuna” dayanarak bu eğitim merkezlerindeki çizgiyi Baş Müftü El Hüseyin belirledi. Hz. Peygamberi öldürmeye çalışan Hayber Yahudileri meselesi ön plana çıkarılarak Yahudi karşıtı ajitasyon ön plana çıkarıldı. İngiliz-Amerikalılar, Tito partizanları İslamın düşmanları olarak gösterildi. Katoliklerle ilgili konulara değinilmedi. Himlerin girişimiyle Brandenburg yakınlarındaki küçük Gruben kasabasında İmam Enstitüsü açıldı. Dersleri El Hüseyin çevresinden Arap alimler ve Bosnalı din adamları verdi. 1944’te Budapeşte yakınlarında 60 imam için  eğitim kursu açıldı. Dresden şehrinde de bir İmam Okulu açıldı. Münih’e yakın Götingen şehrinde de bir İmam eğitim okulu açılması hazırlıkları yapıldı, fakat başarılı sonuçlanmadı.

İslam ve Alman Savaş Bakanlığı

İkinci Dünya Savaşında, Alman Savaş Banklığı Orduda görev alan İmamların dışında, Müslümanlar arasından politik subay eğitimine ve ordu içi yazılı propagandaya büyük önem vermişti. İmam okullarını anlattım. Politik subay eğitimi Berlin’de görülüyordu. Kurslarda işlenen an konular şunlardı:

Nasyonal Sosyalizm ve İslam;

Fürerin Yaşam Öyküsü;

Halkını seven bir kişi neden komünist olamaz;

Nasyonal Sosyalizm ve İslam hangi nedenlerle birlikte savaşıyor;

Gelenekleri korumak, özgürlük ve yaşam hakkı;

İslam ile Nasyonal Sosyalizmin ortak düşmanları vardır ve inançları örtüşür.

Doğulu Türkler için İslam’ın öyküsü ve tarihi vb.

Subaylardan istenen: “Kalkın Allah için Savaşın, malınızla, mülkünüzle ve ruhunuzla;

Bu amaçla “Kuran” binlerce nüsha basıldı. Kuran’dan ayetlerle her asker için muska yapıldı.

Sonunda (1944) SS Kolordusu “Türk Birliği” yayınları başlattı. İlk defa olmak üzere Pan İslamızm’dan ve Pan-Müslümanizm’den sonra Doğu Türklerinin Birleşmesi sloganıyla “Pan Türkizm” amaçlı ortak bir yayın başladı. Bu yayınlarda “ulusal kültür ve kimliğin tanımlayıcı öğesi olarak dinin önemi defalarca vurgulandı.

“İdel-Ural” yönetimi 1944’ün başında “Din ulusal maneviyatımızın temel taşıdır” diye ilan etti.

Azerbaycan gazeteleri “Yeni Azerbaycan’da din öncü bir rol oynayacaktır” diye yazdı.

Alman basını “El Ezherin tarihini yazdı”. Yazılar tercüme edildi ve “Türk Birliği”nde işlendi.

Dergi İslam liderlerin kovuşturulmasını, Tatar ve Başkirler’in zorla vaftizini kınadı, camilerin kapatılmasını hatırlattı. “Müslümanlar İngiltere’ye güvenmez” başlığıyla yazılar çıktı

Faşist dönem ve Bulgaristan Türkleri:

Ele aldığımız 1919 -1945 döneminde Bulgaristan bir çarlıktı. Bulgaristan’ın Birinci Dünya Savaiında yenildiğini kanıtlayan Wersay Atlaşmasını Çiftçi Partisi Başkanı Aleksandır Stanboliyski imzaladı ve azınlıklarla ilgili maddelerini de uygulamayı kabul etti. Stanboliysiki 1923’e kadar uzanan ve halk-çiftçi liderinin barbarca öldürülmesiyle sona eren iktidarı Bulgaristan Türklerinin etnik haklarını tanıdı. Eğitimsel ve kültürel kalkınmalarına devlet kanat açtı.  1934 yılına kadar uzanan dönemde her yerde Türk okulu ve cami kapıları açıldı, Atatürkçü milli uyanışımızı simgeleyen Turan Dernekleri, Spor ve Sanat atılımlarımız siyasi nitelik kazandı. Öğretmen ve Gençlik kurultayları yapıldı. İlk Bulgaristan Türkleri Kurulyaı düzenlendi. Basın yayın Latin harflerine geçebildi.

1934 Askeri Darbesiyle Bulgaristan Türk Kimliği ve ulusal bilinçlenme eylemleri çok büyük darbeler aldı. Kurbanlar verdi. 1200 okul ve dini okulların kapısına kilit asıldı. Devlet Türk eğitim ve kültürünü desteklemekten vazgeçti. Ağır yaşam şartlarında mücadele eden Türklerin vizeli göçleri dinmedi, aydınlar hapsedildi. Birçok Türk faşizme karşı silahlı mücadeleye katıldı. 1934 -1944 yılları arasında Müslüman Pomakların isim ve din değiştirilerek Hıristiyanlaştırılması için baskı ve zulüm devam etti. Büyük kayıplar verildi. Bulgar idaresine geçen Batı Trakya ve Makedonya’da Yahudi ve Çingene nüfusun vagonlara doldurulup ölüm kamplarına sürülmesi toplumda ağır yaralar açtı, korkuyu katmerleştirdi.

***

Savaşın sonunda Naziler ve faşizm yenildi. Tutuklananlar. Güney Amerika’ya kaçtılar.  Tutuklananlar Sibirya’ya sürüldü. İntihar edenler oldu.

***

Not:

“Kültürel Etkileşim” derneğinin Sofya Türk Aydınları Ocak 2018 seminerinde Hikmet EFENDİEV tarafından okunmuştur.

Reklamlar