BGSAM

Tarih: 26.09.2017

19.09.2017 tarihli Fransız “Fifagaro” gazetesinden tercümedir.

Konu:  Totalitarizm kabuğu açılınca yayılan kokular.

Totaliter Kötülük, İyilik Kampına Ait Olma İnancından Doğar

 

“Milli Kimlik” sözlerini söyleyebilecek kadar cesaret bulabildiğinde kendinde sen “Bugün Artık Bir Faşistsin”. Cumhuriyetimize sırt çevirip, özel haklar ve hatta bölünüp ayrılmaya yönelik bir siyaset çizgisini dayatmak isteyen ikinci bir toplumsal yapı belirdiğine işaret edenler ise artık “İslam Düşmanıdır”. Okulda öğretilmek istenenlerin bir bakıma tekrar olduğunu, eski zaman ruhu içinde yaratıcılık yapmaya bir çağrı olduğunu hatta okulun bugünkü rolünün öğrencileri yeni teknolojilerle başa çıkmayı öğretmek değil yani yaşlıların bunu yapmasına, barış içinde yan yana yaşamanın, çok kültürlülüğün ve istikrarlı gelişmenin ne kadar iyi olduğunu anlatıp ısrarla dayatmasına gerek olmadığını iddia ettiğinde  “gerici” olarak damgalanırlar.

Eski dostlar olan Fransız feylesofları Elizabet de Fontane ile Alen Finkelkrot “Mayın Tarlasında” (En terrain mine)  başlıklı kitapta bu konularla ilgili görüş birliği ya da itirazlarını mektuplaşma şeklinde ifade etmişlerdir. Aralarında çok medeni bir şekilde görüş alış verişi yapmış ve tartışmışlardır.

“Mayın Tarlasında” başlıklı kitap feylesof Elizabet de Fontene ile okur arasında zaman içine gömülmüş olay ve idelerin günümüz beyaz perdesine yansıyan gölge simalar üzerinde bir tartışmadır. Bu aynı zamanda elini kolunu sallayarak sorumsuzca gezip tozan genç ile bugün artık olgun bir entelektüel tip arasında ilginç bir tartışmadır. Bu iki tip arasında aşılması mümkün olmayan bir endişe hendeği var. Bugün Fransa’da bu konuyu işleyen Finkelkrot tarafından kaleme alınan, yaşlı kuşağın belirli bir zaman kesiminde içinde bulunduğu o 1968 tipini anlatan “Bahtsız Kimlik” (L’ldentite malheureuse) ile oluşmuş olan kimlik arasındaki bağlar tamamen kopmuşmudur?

(BGSAM: bu konu biz Bulgaristanlı soydaşlar için olağanüstü önemlidir, çünkü biz de komünist totaliter dönem yaralarından tamamen kurtulabilmiş değişiz.)

-Ben 1968’de (Fransa’da büyük öğrenci olayları olurken, 19 yaşındaydım. Yükselen sosyal dalga beni de kapmıştı. Benim neslimden birçok kişi gibi ben de duygusal sürü liberalizmini coşkusu yaşadım. Sürü gibi uzayan alayla yürüyerek “sistem” dediğimize karşı ben de direndim.  Sonra her şeyin siyaset olduğu bilinci beni uyandırdı. Bizim o zaman yaptığımız büyük gösteriler ve sokak çatışmaları üstüne git gide devrimlerin totaliter evrimleri açıklaması yapılırken git gide yazar Anri Mişo’un şu savını kabul etmek zorunda kaldım: “Grup halinde şarkı söyleyen, istedikleri zaman kardeşini hapse gönderir.” Ben, 1968 Mayıs olaylarını reddetmiyorum, fakat uzun zaman önce fikrimi değiştirmeye başladım.

– Siz şu an, gençliğinizi yaşadığınız o güzel yıllarda, kime sağcı biri denmesi gerektiğini anlamadığınızı itiraf mı ediyorsunuz? Görüşünüz şuydu: “Onlar herhangi birilerinin hayırsızıdır.” Bu fikrinizi değiştiren ne oldu?

– Orta Avrupa yazarları beni değiştirebildiler. Beni totaliter kötülüğün, İyi olanın kampına ait olma duygusundan doğduğuna inandırdılar. Siyaseti, insanlığın düşmanlarına karşı bir mücadele olarak algılayan Robespierre konseptinden böyle koptum. Bu kopuştan sonra alçakgönüllü bir insan oldum.

– Verdiğiniz mücadele kalıplarında anti-totalitarizm mi arayalım?

Seyman Leys bu konuda şöyle bir uyarıda bulunmuştu: “Ancak ve yalnız siyasette uygulanabilir olduğundan dolayı, kabul edilebilir bir tek siyasi sistem demokrasidir. Kendi alanı dışında demokrasi onun eşdeğeri olan ölümün ta kendisidir, çünkü ne zeki olmak, ne güzellik ne de aşk…gerçek bile demokratik değildir. Siyasette demokrasiyi savunan ve ayakta tutabilecek durumda olan; fakat kültürel alan gibi kişisel hayatta amansız asilzade ve elite ait bir düzen olan bir demokrasi oluşumudur.” Ben, Cumhuriyet, hiç kimseyi kurban etmeden, hem de mükemmelleşmeye el kaldırmadan herkesin yetişmesine ve büyümesine olanak tanımalıdır, diyerek yukarıdaki savu biraz yumuşatıyorum.

-Siz kitabınızda “XXI. Yüzyılın komünizmi ırk düşmanlığıdır diyorsunuz. Bu gerçekten böyle midir?

(BGSAM: XX. Yüzyılın 2. Yarısında en gelişmiş sosyalist ülke olan Demokratik Almanya’da 24 Eylül 2017’de yapılan Bundestag seçimlerinde oyların % 21’ini faşizan diye nitelendirilen Almanya Alternatifi partisi aldı.)

-Sosyalizmin yüce moral ilkesinden hiç bir şey kalmadı. Her şeyi reddetmekle ve boyun eğmeyenleri tutuklamakla da işler çözülmüyor. Şöyle ki, gözle görünen için, ben gördüm, demek artık ırkçılık olmaya başladı. Kendilerini lider olarak tanıtan Goerg Bensusan ve Paskal Brükner’den sonra, “halk semtlerinde yaşayan” insanların anti-semitizm ve Frankofob konularında kovuşturulma ve ırk düşmanlığı körükleme suçlamasıyla mahkemenin 17. Şubesinde yargılanma riskiyle yüz yüze oldukları ortadadır.

-Elizabet de Fontene size gönderdiği ilk mektupta sizi bazı aşırı sağcı durumlara saplandığınız ithamında bulunuyor. Siz ise kendisine cumhuriyetçi okul-eğitim öğretim taraftarı olduğunuzdan dolayı aşırı-sağcı olmadığınızı bildiriyorsunuz. Sizin için sol/sağ sınırı nerededir?

(BGSAM: Bulgaristan’da faşizan “Ataka” partisi Başkanı Volen Siderov, çağdaş milliyetçi siyasette sol-sağ sınırı olmadığını iddia ederek, aşırı soldan aşırı sağ sıçradı. Bulgaristan Sosyalist Partisi /BSP 27 yıldan beri sol partiyim deyip, sağ politika uyguluyor. 2015’e kadar Hak ve Özgürlükler Partisi –DPS Genel Başkanı görevinde iken sol liberalizmi savunan DOST Genel Başkanı L. Mestan birden bire sağcı liberal oldu.)

-Mobilyaları kurtarma söz konusu olduğunda, solun gevelediği bir tek “değişiklik” kavramıdır. Sol, sağ ve merkez ekonomiyi konuştukça ben sağcı değilim. Turizmde ve futbolda aşırılıkları budarken bizim temsilcilerimiz akılı konuşuyor. Tezimiz: “Gelir getiren her şey iyidir.” Görüldüğü üzere, çok yazık olsa da,  sol ve sağ siyaseti ekonominin hizmetine sürüyorlar. Vatandaşların daha gönençli yaşamasına, uygarlığa hizmet vermek zorunda olan siyaset efendilerini değiştirmek zorundadır.

-Fransa’nın yeni Cumhurbaşkanı Emanuel Makron gibi siz de “sol” ve “sağ” kavramlarının zamanını doldurduğu ve bunların “ilerici” (progresif)  ve “ tutucu” (konservatif) kavramları ile değiştirilme görüşüne katılıyor musunuz? Siz tutucu kampından biri misiniz?

-Ben bir varis olmadığımdan dolayı, ayrıcalıkların korunmasını istememe hiçbir neden olmadığı gibi, toplum düzeni de dondurma heveslisi değilim. Benim tutuculuğum doğal sağlın korunması anlamındadır ve bu ilke yalnız çevre sağlığı ile sınırlanmayıp kültürü, ahlakı, dili ve insanlar arasındaki etkileşimde hoşgörü ve nazikliği de kapsamına almalıdır. Hayat yolu doldurmuş olan Pol Yoner, Anre Teriv’ın şu güzel tümcesini sık sık kullanırdı: “Bizim yokuştan inerken doğru biçimde kullanmamız gereken fren mekanizmasıdır. Yokuşu korumaya gerek yok.”

-Leşek Kolakovski’nin önerdiği gibi aynı zamanda sosyalist, tutucu ve liberal olmak olanaklı olabilir mi?

-Kolakovski, ilk olarak 1978’de yayınlanan “Kredo” eserinde tutucu için bir mutlu son olmadığını yani insanoğlu problemlerine kesin ve nihai çözüm olmadığını savunuyor. Aynı zamanda, o, kişisel girişim ve yaratma yeteneği olmayan yaşadığımız ilerlemesi sürecinin de bir bedeli olduğunda ayak direrken, liberal zihniyet için insan toplumunun durgunluk korkusu yaşadığını bir de geri dönüş tehlikesi duyumsadığına vurgu yapıyor. Ve sonunda, toplumu dengeleme yolunun tek çıkışı kazanç arama olan toplumlarda sosyalistler çok ciddi bir felaket yaşa korkusu içinde yaşar

-Elizabet de Fontene, sizin için Aydınlık dönemi ülkülerini elinin tersiyle kenara itmiş biri diyor. Siz Rönesans Devrine saplanıp kaldınız mı?

-Modern zamanları niteleyen insaniyetliktir (hümanizm). Çizilen senaryoda Tanrı yok, yerini insanoğlu almıştır. Aydınlık Çağı hümanizminde insan dünya üzerindeki etki alanını genişletebilmek için özgürdür,  aklını kullanabilmesi için özgürdür. Romantik hümanizm insanoğluna kendini yeniden üretebileceğini ve yeniden üretilerek dünyaya sarsılmaz kökler salması gereğini öğretti. Bu 2 hümanizmin ikisi de yaşamalıdır. Aralarındaki gerginlik verimlidir. Öyle ki, ben, bütün dünyayı karartmaya çalışan aydınlanma düşmanlarının hepsine karşı olan cephedeyim.

(BGSAM: Avrupa düşüncesinin üzerinde tartıştığı yeniden aydınlanma konusu biz Bulgaristan Türkleri için olağanüstü önemlidir. Çünkü tüm aydınlık, nur ve irfan merkez ve kaynaklarımız kapatılmış ve bilinçlenmemiz 100 yıldan beri köreltilmeye çalışılıyor. Bir de, çok kültürlü birliktelik yüzyılı olması beklenen 21. Asırda bizim de payımızı almamız gerekir. Avrupa’da kör cahil, işsiz, yoksul kimse kalmamalıdır. En yoksul, en cahil, en bakımsız olmak ve aynı zamanda bizimle övünenlerin böbürlenmesi çok acıklı bir gerçektir..)

-“Mayın Tarlasında” eseri, bizim zamanımızda yapılmayan tipten bir tartışmadır. Fakat bir kör sokağa çıkmıştır. Herkes kendi yerinde durmuş ve duruyor, Elizabet de Fontene bu kitaptan dolayı dostlarının bir kısmıyla söz düellosundan sonra ayrılmak zorundan kalmış. Bunun anlamı nedir? Bugün Fransa’da tartışmak için ortam yok mudur?

– Her şey kaybolmuştur diyemeyiz. Dostlarımın fırtınalara dayandığını söyleyebilirim. Fakat bir tartışmalarımızı geçmişin ekranda yansıyan çizgileri üzerinden yürütüyoruz. Tartışmalarımızı sürdüreceğiz.

***

“Figaro” gazetesinden bu yazıyı çevirerek yayınlamamızın nedeni, XIX. Yüzyıldan beri dünyaya ışık saçan idelerin öncelikle Fransa’da doğması gerçeğidir. Ne var ki, görüldüğü üzere Fransız Devrimi ve 1968 “Beyaz Yakalılar Devrimi” nden sonraki yarım asır  eski kıtada yeniden süzülmüş ve su yüzüne tortuyla birlikte yeni incilerin de çıktığı ortadadır. Bunlardan birisi XIX. Yüzyılın totaliter komünizm zulmün bir iyilik olarak dayatılmasından kaynaklanan yeni faşizan ırkçılıktır. Yeni ırkçılık komünist totalitarizmin özünden fışkırıyor. Bulgaristan’da 29 milletvekili ile parlamentoya giren ve hükümet ortaklığına çöreklenen faşist güçler hakkında Başbakan Boyko Borisov’un  “benim onlarla anlaşamadığım bir konu yok” demesi çok düşündürücüdür. Azınlıklar karanlıkta kaldıkça Avrupa aydınlanamaz.

Reklamlar