Tercume Raziye ÇAKIR

16 Aralık 2017

Konu: Azınlıklar ve onların güverteden hissettirmeden atılması üstüne.

Dr. Mümün İsov 1968 yılında doğdu. Bir Haskovo köyünde tarih öğretmeniyken, “XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Bulgar Tarih Ders Kitaplarında Osmanlı (Türkler) ve Osmanlı İmparatorluğu (Türkiye) Siması” konusunda bir doktora tezi yazdı. 2004 yılında Yüksek Akademik Konsey (BAK) İhtisaslaşmış Bilimsel Tarih Konseyi önünde (19’a karşı 2 oyla) tezini savundu.

2005 yılında Azınlıklar ve Uluslar arası Kültürel Etkileşim Merkezi bu doktora tezini “En Farklı Komşu”  başlığıyla bastı. (Bak: Kultura, sayı 34, tarih 10 Ekim 2017.)

Bu eserin kaderiyle ilgili Antonina Jelyaskova şöyle dedi: “Sessizliğe gömüldü. Osmanlı dönemini anlamalarında öğrencilerimizin eğitimi söz konusu olsa da değişen bir şey yok. Bu araştırma yapılmamış gibi;  eserin üniversitelerde okutulmasının olanaklı olmadığı; lise sınıflarında tarih öğretmenlerine yardımcı kaynak olamayacağı gibi.”

Dr. İsov,  Plovdiv Üniversitesi’nin Kırcaali kolunda bir süre ders okudu. Hiçbir Bulgar Üniversitesinde ona boş bir Hoca yeri bulunamadı. O, Bulgar Tarih Derneği Yönetim Konseyi üyesidir. Şu dönem o ekmeğini fayans levhaları dizerek çıkarıyor.

Antonina Jelyaskova Tarih Fakültesi yüksek yetkinlik programında İslam ve Hıristiyanlık açısından Balkanlarda Uygarlıkların Yüzleşmesi konusunda konferans sunuyor. Aynı zamanda Azınlıklar ve Uluslar arası Kültürel Etkileşim Merkezi Müdürüdür.

Hristo Butsev soruyor: Dr İsov isin için bir öğretmen yeri bulunamaması önyargıdan mı kaynaklanıyor?

Mümün İsov: Sebebin yüzde yüz önyargı olduğunu söylemek doğru olmayabilir. Bulgar üniversitelerinde şöyle bir uygulama var. Atanırken devlet siparişiyle doktora tezi savunanlar önceliklidir. Özellikle Bulgaristan Türklerinin topluma katılması ve genel olarak da azınlıkların konusunda duyarlı bir ilgi olsaydı konu daha derin ele alınabilirdi demem de mümkündür. Ruhu şad olsun, Profesör Milço Lalkov’un bundan15 yıl önce beni bu probleme yönlendirdiği zaman olduğu gibi.

Klişe ve önyargı problemlerini bilmeden Hak ve Özgürlükler Hareketine, Türklere karşı konuşarak yaratılan psikozu Ahmet Emin’in ölümüyle ilgili de görüyoruz. Öteki simasıyla ilgili olumsuz tasavvurun çizgilerinin inceltilmesinden ve söndürülmesinden sorumlu olan yetkililer ise, sorunun ciddiliğinin bilincinde değildir. Örneğim, Eğitim ve Öğretim Bakanlığı kişiliğinde olmak üzere devlet,  benim araştırmama ilgisiz kaldı. Bulgar Etnik Modeli’nde, azınlıkların topluma başarılı katılımının sağlandığından, olağanüstü önemli olan, tarih dersi kitaplarındaki klişeler konusundan dem vurulsa da, bakanlık tamamen ilgisiz kalmaya devam ediyor. Bu konuda öğretmenlerin üniversitelerde aldığı bilgilerde eksiklik olduğundan dolayı, bir de öğretmenlerin bu konuda daha hazırlıklı olmasını sağlamak amacıyla metodik eserler hazırlanmasını bakanlığın mali olarak karşılamasına vurgu yapmak amacıyla bakanlıkta yüksek düzey bir yetkili ile görüşmem oldu. Aldığım yanıt şu oldu: ‘Doktor İsov ben uzun yıllar öğretmendim, biz öğretmenler papazlar gibiyiz, bildiğimizi okuruz!’ 2004 yılından beri Azınlık Çocuklarının Eğitimle Topluma Katılması Stratejisi uygulanıyor. Bu programda Bakanlık, ortaokul ders kitaplarının azınlıklardan öğrencilere karşı olumsuz tutum aşıladığı konumunu değiştirmekle bağlanmıştır. Ne ki bu yönde hiçbir şey yapılmamıştır. Bu belge, güzel bir iyi niyet bildirisi olarak kalmıştır. Bu delilerim, çok uzun yıllar hazırlandığım mesleğimde neden çalışamadığımı, eğitim ve öğretim sisteminde hak ettiğim yerimi neden alamadığımı, anlamanız için yeterli olmuştur.

Antonina Jelyaskova: Şahsi görüşüme göre, hoşgörü konusunda bizim biraz daha düşünmemiz zamanı geldi. Bulgar Etnik Modeli’nde söz etmek benim de canımı sıkıyor artık. Biz toleranslı gibiyiz, fakat fazla değil.  Son günlerde “Şalom” adlı Avrupa Yahudi Örgütü lideriyle yapılmış bir söyleşi okudum. Bay Benvenitski, büyük savaşın alevlendiği o yıllarda bir grup Nazi hortlaması gencin Sofya’da “Pirotska” sokağında gösteri yaptığını birkaç mağaza vitrinini indirdiğini; bir işçi semti olan “Üç Bunara” vardıklarında, saldırganları karşılayan bir grup Bulgar ve Yahudi gencin yumruklarıyla karşılandıklarını, kovulduklarını ve Bulgaristan’da “kristal gece” denemesinin, bu çirkin olayların böylece noktalandığını anlattı.  1943 yılında Bulgarların aynı zamanda 2 yerde, Bulgarlar bir yandan Yahudileri kurtarmak için nümayiş ve dayanışma eylemleri düzenlerken, (örneğin benim annem ve babam aynı yılın 24 Mayısında Yahudi üniversite öğrencileriyle birlikte protesto gösteri ve mitinglerine katılırken, onlara saldıran atlı polislerin coplarıyla dövülürken, tutuklanırken vb. vb.) aynı günlerde başka Bulgarlar düşmanca hareket ederek, Edirne Trakyası ve Vardar Makedonya’ sinden 11 343 Yahudi’yi vagonlara doldurup ölüme göndermelerine bir türlü aklım ermiyor. Bu grupların her ikisi de aynı halktandır, belki de aynı ailedendi bu kişiler. Sürülenlerden ancak 5-6 kişi sağ kalmıştır. Fakat bu Bulgarlardan bir kısmı yeni istila edilen topraklara asker olarak gönderilmiş ve emir yerine getirmişlerdir.

Söyleşimizde Bay Benvenisti şöyle dedi: “Yahudiler aralarında sıkı birlik olduklarından, iyi Bulgarca konuştuklarından, Bulgarlar gibi yaşadıklarından ve aralarında dramatik sosyal farklar gözlenmediğinden dolayı olacak, başlarına en az kötülük Bulgaristan’da gelmiştir. Bay Bevenisti şunları da ilave etti: ‘Komşuları yabancı bir dil konuştuklarını işiten Bulgarların pek hoşuna gitmiyor. Tam da böyle olmuştur. Yeni istila edilen topraklardan Bulgarlar tarafından Yahudiler en amansız bir şekilde ve kaba kuvvet kullanılarak sürülmüştür. Başka bir dil konuştukları için Bulgarlar tarafından kabul edilmemişler ve ölüme sürülmüşlerdir.

Mümün İsov: Bu gibi örnekleri ben de sıralayabilirim. Geçen hafta ortak anı konulu bir saha araştırmasıyla ilgili Momçilgrad kentinde idim.  İncelediğim alanda bir çeşme vardı. Birkaç sene önce inşa edilmiş ve duvarında Bulgarca ve Türkçe, Latin harfleriyle yazılmış sözler vardı. Türkçe sözlerin üzeri silinmiş ve kirletilmiş ve “Artık öl!” yazılmıştı. Türkçe yazı yazılmasına tahammülleri yok. Kurucuları Müslüman ve Türk olan birkaç çeşme son yıllarda gözüme takılıyor. Çeşmelerden biri 2-3 ayda bir değişik biçimlerde pisletiliyor. Geçen sene çeşmelerin yanından geçerken dikkatimi çekti, Türkçe yazılar çimento ile sıvanmış ve yok edilmişti. “Çeşmelere neden Türkçe yazı yazıyorsunuz!” dediklerini işitiyorum.  Böyle başka örneklerim de var. Çeşmelerin duvar yüzündeki Türkçe yazıları siliyorlar. Fakat aynı yazılar yine Türkçe yazılmış ve iç duvarda da var. Bir defa 3 Mart’ta Latin harfleriyle yazılmış Türk İsimlerine av tüfeği ile ateş edilmiş, çeşme başındaki peykelerse kırıp dökülmüştü. Dün akşam okudum, Haskoyo köylerindeki birkaç okul duvarına Türkçe yazı yazılmış, Türk bayrakları asılmış, Kemal Atatürk’ün Nutkundan alıntılar yazılmıştır. Bu olayları dostlarımla, meslektaşlarımla, tanışlarımla tartışırken, bu hareketleri içgüdüsel olarak suçsuz kılma, küçümseme duygularımız pratikte üstün geliyor. Oysa bizim önce bunları kınamamız, toplumun bunu lanetlemesinde direnmemiz ve daha sonra bu eylemleri önemsizleştirecek yollar aramamız gerekiyor.

Toleransa (hoşgörü) gelince, Kırcaali’de ders verdiğim üç yılda, ben öğrencilerimle özgün bir anket yaptım. Onlar bana ‘Bulgar ulusu (veya Bulgar halkı ya da Bulgar topluluğu)  fazlasıyla hoşgörülü’ dediklerinde, ben kendilerinden hoşgörünün tanımını istedim. Onlar bana genel çizgileriyle şu tanımı veriyordu: ‘Biz Bulgaristan’daki azınlıkları tahammül ediyoruz.’ Bu yanıtı alınca ben de onlara söyledikleriniz farklı kavramlardır, diyerek itiraz ediyordum. Tahammül etmek farklı bir şeydir ve farklı olanı olduğu gibi kabul etmek anlamına gelir. Kendi korkularından kör inançlarından ve korkularından yola çıkarak ona bazı niteliksel çizgiler yakıştırmak olamaz, diyordum.  Tolerans, ancak diyalog olan yer ve uzamdır. Bulgaristan’da diyalog var mı?  Komşular arasında, günlük yaşam düzeyinde müsamahadan söz etmiyorum. Örneğin Bulgar aydınları tarafından kışkırtılmamış olan bir diyalog söz konusudur. Bulgar devlet kurumları tarafından başlarılan bir diyalog da olabilir.

Bu şeyler üstüne somut konuşulmalıdır. Oğlumla bir örnek verebilirim. O şu an Hakovo okullarından birinde 7 sınıfa gidiyor. 6.5 yıl başka bir okulda okuduktan sonra geçen sene şimdiki okuluna değiştirdik. Çünkü sınıf öğretmeninin verdiği bilgilere göre son 1.5 yılda o okul arkadaşları tarafından sürekli rahatsız edilmiştir. Oğlumun öğrenci arkadaşlarından farklı olan yalnız bir şeyi var, ismi. Aralarında başka bir fark yok. (Bu arada biz yıllar içinde onun doğum gününe gelen arkadaşlarının seyreldiğini izledik. Kör inançlarından ve karanlık geçmişinden kurtulamayan yaşlılar zaman içinde çocuklardan kendiliğinden kopuyorlar…) Oğlumu üzen baskılara gelince onların öğretmenlerin gözü önünde olması ilginçtir. Ben kendimi Bulgar toplumuna tamamen entegre olmuş birisi olarak kabul ettiğimden, olaylara etkide bulunmaya çalıştım. Yüksek öğrenimimi Bulgaristan’da görmüş olmam, Doktora tezimi de Bulgaristan yüksek enstitüsünde savunmuş olmamın Bulgar toplumuyla bütünleşmiş olmama bir kesin kanıt olduğu görüşündeyim. Ben bir vatandaş olarak harekette bulunarak bu sorunu çözmeye çalıştım. Ne ki öğretmenlerin bu konuda hazırlıksız olduğunu gördüm. Okul idaresi de bu konuda yavandı. Hatta müfettişlikte ve bakanlıkta da tamamen hazırlıksız bir durumla karşılaştım. Bir gün eve mosmor olmuş gözle döndüğünde onu günlerce okuldan arayan soran olmadı.

Haskovo’da bir Bulgar okulunda bu gibi olaylarının olmasının normal olmadığını düşünerek oğlumu Müfettişler Müdürüne götürdüm. Müdür, ortaokulda etkin olması gereken araçları zorlayarak soruna çözüm aramaya başlayacağı yerde, oğluma kavgaya kim başladı sorusuyla söze girdi. Ardından konuyu Bulgar ve Türk dostlarımla danıştım. Bana şöyle dediler: ‘Ayrımcılıktan koruma komisyonuna bir mektup yazsan? Bulgaristan Cumhuriyeti kamu denetçisine bir mektup göndersen? Ben bu mektupları yazayım mı yazmayayım mı diye düşündüm kaldım!  Bu danışma ve görüşmelerimde dikkatimi çeken şöyle bir olay oldu. Bu gibi olaylar, Türklerin azınlık olduğu yerde Türklerin, Bulgarların azınlık olduğu yerde Bulgarların başına gelebilir, fakat bu gibi olaylar kamuoyuna duyurulmuyor. Ve ben burada işin allandıra ballandıra anlatılan Bulgar toleransında gizlendiğini düşünüyorum. Ne de olsa ben, bu gibi olayların kamuoyunda tartışılmasından Bulgar toleransının yara alacağı görüşünde değilim. Bunu yapacağımıza bir çocuklarımızı okuldan alıp başka bir okula yazdırmayı seçiyoruz. Bu konuda Bakan Yardımcısı da vurdumduymaz tutum içindedir. Kendisine başımıza gelenle ilgili bir E-mail gönderdim ve aldığım cevap şu oldu: ‘Oğlum da benzer olay yaşadı. Ben de onu başka bir okula değiştirdim.’ Geçerli yöntem bu mu?

Hristo Butsev: Biz yaşadığımız dönemde ulusun birbirine entegre olmasından, ulusun kaynaşmasından söz etmeliyiz, fakat ben de aramıza gitgide daha yüksek duvar örüldüğü, Tür ve Bulgar topluluklar içinde kapsülleştiğimizi, Vidin yoluna baktığımda ise, orada da başka bir kapsülleşme süreci görüyorum.

Antonina Jelyaskova: Bulgarların çıkarlarına dokunulmazsa, onlar faydacı tolerans gösterirler. Bulgar, kendisinden çok fazla farklı olmayan insanlara karşı toleranslıdır.

Ben bunu sözüm ona “soya dönüş sürecinde” ve 1989sonunda ve 1990 başındaki milliyetçi histeride şahsen yaşadım. Ulusal Uzlaşma Komitesi sözcüsü olduğumdan dolayı Kırcaali’den telefon alıyordum: “Biz silahlanıyoruz ve Türkleri öldüreceğiz’ diyorlardı. Ben de onlara, ‘Durum. Bekleyin. Sizin Türk komşunuz yok mu?’diyordum. Onlar da bana: ‘ Komşum Ahmet iyi biridir. Komşum Emine çok iyi bir bayandır. Fakat Türkler çok kötü insanlar!’ diyordu. Bulgaristan’sa hoşgörü (tolerans) vatandaş toplumunda ve felsefi bir kavram olarak algılanmamış yalnızca günlük yaşam düzeyinde vardır.  Toleransın anlamı şu noktaya bağlanmıştır: ‘ Benin komşum Yahudi ve benim dostum olan Türk iyi kişilerdir. Ben onları savunurun (korurum). Fakat onların ikisi de bir topluluk olarak çok kötü ve çok tehlikelidir. Güya “Soya dönüş sürecinde”  Bulgar zulmünden kaçan Türklerin evlerini, hayvanlarını, mallarını komşu Bulgarlar dost ve arkadaşlarına bırakıp yola çıktıkları ve onların da bir düğüme kaybolmasına vesile yaratmadan her şeyi koruduklarını anlatan pek çok örnek var. Fakat bunu yapan komşudur. Ve bu Türk “koruyucusuna” yalnız kalınca sorduğunuzda, o hemen “Türk işte, biliyorsunuz işte Türkçe konuşuyorlar. İktidarı kemirdiler vs…” diyecektir. Karmaşık köylerde komşunun bayramına geleneklerine saygı gösterilmesi gerektiğini herkes bilir,  kurban etinden komşuya verilir, o da Paskalya’da boyalı yumurtalar getiri, bunun titiz uygulandığını herkes bilir. Fakat bu olaylar günlük yaşayıştandır. Tolerans bir moral (ahlak) olarak, vatandaş boyutlarında yüksek madde olarak da idrak edilmelidir. Bir Onlar hoşgörülü davranıyoruz diye gönül dolusu gururlanmaz ya da şunları söyleyemez mi? ‘Okullarda Türk dili okumayı neden istiyorlar? Belediyede bizi yönetenler neden onlar?’ Bir Türk nasıl olur da Bilim Doktoru olur ve üniversitede benim çocuklarıma ders vermeyi isteyebilir?’

Mümün İsov: Gide gide millet (ulus) ve milliyetçilik probleminin yeniden biçimlendirilmesi noktasına vardık. Irnst Genler şöyle der: ‘İki kişiden her biri kendini bir ulusun üyesi hissediyor ve bu hakkı ötekine de tanıyorsa, bu iki kişi aynı ulusun üyesidir.’ Benim gibi olanların Bulgaristan’daki sorunu şudur. Ben kendimin yüzde yüz Bulgaristan ulusuna üye olduğumu sanıyorum. Aynı zamanda başkaları benim bir yabancı olduğumu düşünüyorlar. Bu öteki, örneğin Plovdiv şehrindeki “İvan Vazov” Halk Kütüphanesindeki kütüphaneci bayan olabilir. Ben kendisinden kütüphaneden nasıl faydalanabileceğimi, okuma salonunun nerede olduğunu gibi konularda bilgi almaya çalışırken, okuyucu müşteri kartımı hazırlamazdan önce ismimi daha önce işittiğinden etkilendiğinden dolayı, bana önyargı dolu değişen gözlerle bakmaya başlıyor.

Antonina Jelyaskova: Bakışta bir donukluk beliriyor, bunu alan çalışmalarımda ben de yaşadım. Bu konuda kullandığım kavram şudur: Hissettirmeden güverteden atmak…  Memurlar ve işverenler de böyle yapıyorlar…

Mümün İsov: O bayan bana, sen şöyle birisi olduğundan dolayı ben sana hizmet vermeyeceğim… deyemese de, değişen bakışları beni uyarıyor.

Antonina Jelyaskova: Reel (etnik ve dinsel) bütünleşme olup olmadığı, gerçekte hoşgörünün nasıl bir yeri olduğu değerlendirilirken, sosyal bilimler ölçüt olarak, karma aileleri esas alır. Bulgaristan’da karma aile olmadığını büyük bir kesinlikle söyleyebilirim. Var tabii de, bunlar yok gibidir. Son sayımda, Bulgaristan’daki 2.5 (iki buçuk) milyon evlilikten ancak 40–50 bininin karma çiftler olduğu ortaya çıktı. Bunlar Bulgar, Türk ve Çingene arasında kurulan karma aileler değil. Bu aileler Ruslar, Çekler, Lehler, Lakın Doğu veya hatta Afrika’dan olan kişilerle kurulmuş yaşam ortaklıklarıdır. Yerli azınlıklardan birileriyle değil, yabancılarla paylaşımdır. Karma nüfuslu bölgelerde ben her defasında şu soruyu yöneltiyorum: ‘Burada karma aile var mı?’ 25 – 30 bin kişinin yaşadığı orta büyüklükte bir belediyede bana en fazla bir iki örnek gösterebiliyorlar. Bu kader birliği karma nüfuslu bir mahallede kurulmuşsa, her iki tarafından iradesine boyun eğmeyen gençler bavullarını sıkıp daha büyük ve kalabalık nüfuslu bir yerleşim yerine taşınıp, kalabalık içinde kayboluyorlar. Bu da bizim beraber yaşamadığımızı gösteriyor. Bulgaristan’daki gerçek durum budur. Bizim Etnik Modelimiz de budur, bir paralel yaşayan bir tolumuz. Özellikle de karma nüfuslu bölgelerde olmak üzere, işlevsel bakımdan önemli olan yüzyıllardan buyana geçerli olan kurallarla, bir denge sağlamaya çalışıyoruz. Bu ortamlarda çatışma olmasın, insanların barış içinde normal yaşamaları için, birlikte değil, paralel yaşayabilmeleri adına bazı yazılmamış kurallar etkili olmaya devam ediyor.

Hristo Butsev: Bu duvarlara, paralel var olmaya ne gerek var…

Mümün İsov: İletişim araçlarını gücü dikkate alınmalıdır. Ve siyaset adamlarının davranışları da. Ben herhangi bir partiyi tutan biri değilim, konuşacak olduğum konularla ilgili söyleyeceklerimin kolektif psikolojide nasıl yankılanacağıdır önemli olan benim için. Genel seçimlerde basın yayın araçlarının daha fazlası mikrofon ve kamaralarını “Kapı Kule” sınır kapısına veya Kırcaali şehrine taşıyor, yayınlar oradan yapılıyor, inanda bu yerlerde Stalingrad Meydan Savaşı oluyor, Bulgaristan’ın kaderi bu noktalarda belirleniyor gibi bir duyumsama oluşuyor. Hiçbir zaman Türk görmemiş, ömründe Kırcaali’ye ayak basmamış Vidinli bir Bulgar vatandaşta bu yayınlar korku hisleri uyandırıyor. Üstelik son 20 – 30 yılda ve özellikle sözüm ona “soya dönüş sürecinde”, Kıbrıs’ta olanlar bizde de olabilir, Bulgaristan Türkleri ülkemizden bir parça koparabilir görüşü, çoğunluğun temel inancına işledi. Son siyasi skandal paralelinde bu iddialardan faydalanmak isteyenler olduğunu da gördüm. Öte yandan yene yene bitirilemeyen şu iktidar olayı da var…Ben burada olayların siyasi yanlarına değinmek istemiyorum, işaret etmek istediğim, Türklerin öteki oldukları savundaki çizgilere ışık tutmaktır.

Hristo Botsev: Sayın İsov, verdiğiniz Kırcaali örneğinde, Hak ve Özgürlükler Partisi ‘nin (DPS) dayattığı bir içine çekilme (kapsüle olma) söz konusudur. Özür dileyerek söylüyorum, gerçek budur.

Mümün İsov: Ben de gelecektim bu noktaya. Başka bir yere göçen Bulgar vatandaşlarının seçimde oy kullanıp kullanmayacağı Bulgar seçim yasasına bağlı bir olaydır. Fakat bu seçim yasasını DPS tek başına çıkarmadı. Demokrasi bir aritmetik düzenidir, Milletvekili sayıları belli olan DPS yasayı kendi lehinde değiştiremez. Ne ki medya olaya böyle yanaşmıyor, bu gerçek söylenmiyor. Kırcaali ile ilgili yaptığınız saptamaya gelince, DPS partisinin bu bölgede yaşayan insanların gözüne kül atmasında gizlenmiyor büyük sorun. Dev sorunun kaynağı, Bulgar siyasi partilerinin bu bölgeden demir almış olmasındadır. Bulgaristan Sosyalist Partisi (BSP), Demokratik Güçler Birliği (CDC) ve Güçlü Bulgaristan Partisi (DCB) gibi siyasi oluşumların yalnız Türklerin ikamet ettiği köyüm Komuniga’da örgüt kurmlarına engel olan nedir? Sebep nedir?

Hristo Butsev: Gerçekten onlara engel olan bir şey var mı?

Mümün İsov: Siyasi partilerin her biri seçmen sayısını arttırmak istemez mi? BSP partisinin Kırcaali’de daha fazla oy almasına engel olan var mıdır? Cevabım şudur: Bir parti ‘ben değişiyorum’ dediğinde, listesine bir şeylerin değiştiği yansımalıdır. DPS’den söz ettiğimizde ‘değişiyorsa’ Kırcaali’de seçilecek bir yerden etnik Bulgar aday gösterilmesi de gerekir. BSP’de söz ettiğimizde, seçim adayları listesinde seçilecek bir yerde bir etnik Bulgaristan Türkü gösterilmesi gerekir. Seçilmeyeceği bilinen birini listenin 10. – 11. sırasında bir köşeye sıkıştırmaya gerek yok. Eğer bu partiler kendi yapılarını oluşturmak istiyorsa ve belirli yerleşim yerlerinde kendi propagandasını yapmak istediğinde engelleniyorsa, bu devletin bu işleri sorgulayan ve gerekeni yapan organları harekete geçmelidir.  Kanımca ‘ Bulgar partileri bu yörelerde etkin olmak istiyor, fakat beceremiyorlar’ savı kendilerini haklı göstermeye çalışanlar tarafından kullanılıyor. Ulusal Bulgar partiler her zaman, Türklerden şu kadar oy alırsam, Bulgarlardan da üç kat daha fazla oy kaybına uğrarım hesabını yapar. Bilmem anlatabiliyor muyum. Millet üstüne anlayışı yeniden tanımlamayı isterken de böyle konuşuyorlardı. Bulgaristan’da millet (ulus) ile ilgili etnik anlayış bugün de çok günceldir.

Antonina Jelyaskova: Oysa anayasaya göre biz bir siyasi ulusuz.

Mümün İsov:  1989 yılına kadar Bulgaristan’da uluslar (milletler) ve milliyetçilik üstüne yapılan araştırmalar ideolojikleştirilmiş ve satıhsaldır. 1989 yılından sonraki dönem ise bir milliyetçiliğin tüm renklerini su yüzüne çıkarabilmek için çok kısa bir süredir.

Savunmak istediğim fikir çok basittir. Büyük siyasi partiler azınlıkların arasına girmelidir fikrimi savunuyorum ve biri çıkıp aksini savunarak beni bu inancımdan caydırana kadar savunmaya devam edeceğim.  Siyasi partiler azınlık sorunlarını çözmek için kullarını sıvadıklarında kaç oy kazanacaklarının ve torbada keklik saydıkları seçmenden kaç oy kaybedeceklerinin hesabını her zaman yapmışlardır ve yapıyorlar. Ben, bu konumun, ulusal açıdan sorumlu bir siyasi konum olduğu görüşünde değilim. Bu vatandaşlarla yalnızca seçimden seçime flört etmemiz doğru değildir. Etnik konularında platformlu ve ulusal bağlanmış bir parti olduğumuzu gösterebilmemiz için kariyer peşinde olan  (namuslu ve bilinçli de olabilir tabii) her hangi birini partiye alınmasının yeterli olduğu görüşünü paylaşmıyorum.

Şimdiki bunalımda, sorunun etnikleştirilmemesini isteyen; komşuluktan, yıllar öncesinin tarihsel geleneklerinden söz eden, Başbakan ve Cumhurbaşkanına bir bakınız. Devletin iktidar gömleğini giymiş siyaset adamlarının birlikte yaşamamız konularında ne yaptıklarını soruyorum. Eskiden yapılmış bir işle sonradan övünmek çok kolay bir iştir.

Bunalım dönemlerinde siyasi partilerin etnikler arası ilişkiler konusunda aldatıcı ve kandırıcı olan ve aynı zamanda etnikler arası uçurumu daha da derinleştiren konuşmalarını işittikçe sanki kuduruyorum. Etnikler arası görüşmeleri zamanını doldurmuş görüşlerden, önyargılardan temizlemek ve kandırma dolabından kurtarmak için yeni bir tartışma sayfası açılmadıkça, Bulgar entelektüelleri konuşmaya ve etnikler arası ilişkileri şeffaf anlatmaya başlamadıkça, her şey çok daha kabalaşabilir.

Hristo Butsev: Aynı fikirdeyim. Sizin kanınızca, şu ikisinden hangisi ötekiden çok daha uzak ve kendi içine büzülmüştür? Şu dönemde Bulgar ve Türklerden söz ediyorum. Siz bu değerlendirmeyi yapabilecek durumda birisiniz. Siz her iki topluluğun da içinde hareket ediyorsunuz.

Mümün İsov: Somut bir araştırma yapılmadan böyle bir değerlendirmede bulunmak güç olur. Ben okuduklarıma inanıyorum. Temsili nitelikli olan ve kullandığım sonuçlara da güvenim tamdır…

İşaret etmek istediğim iki özellik var. Birincisi: Bulgar Türkleri tarih açısından değerlendirdiklerinde birey olarak değil, bir topluluk olarak kabul ediyorlar.

Hristo Butsev: Korku açısından değerlendirdiklerinde de öyle.

Mümün İsov: Korkunun kaynağı işte budur. Tarihsel bakış açısı. Bulgar topluluğunun daha büyük bir kısmı Osmanlı İmparatorluğunu Türkiye Cumhuriyetiyle, Osmanlıları Türklerle, Bulgaristan Türklerini Osmanlı Türkleriyle özdeşleştiriyorlar. Sözünü ettiğimiz Türkiye Cumhuriyeti toplumunun siyaset ve ideoloji olarak Osmanlı İmparatorluğuyla yakın ve uzak hiçbir temas noktası olmayan modern bir devlet olduğu üstüne bilgi sahibi olsa, her şey değişir ve yerli yerini bulurdu. Kitle zihniyetinden benzer özdeşleme hevesi olduğunda, hele hele bunalımların ve burada Balkanlar’daki kanlı çarpışmalar açısından bakıldığında, Büyük İslamcı ve Büyük Müslümancı devlet sonucu farklı renkler almaya başlıyor. Daha 1989 yılından önce, sözüm ona “soya dönüş süreci” hedefleri açısından olmak üzere, Bulgaristan Komünist Partisi Merkez Komitesi Şubeleri değişik araştırmalar yaptı. Bu araştırmalardan çıkan, Türklere kıyasla, Bulgarlar Türklere karşı daha kapalıdır gibi sonuçlar bugün de geçerlidir. Türkiye Cumhuriyetinde Bulgarlara karşı düşmanlık aşılayan, devlet destekli bir eğitim öğretim sistemi olduğundan söz edilemez.

Antonina Jelyaskova: Üstüne üstelik Türkiye ve Türkler Bulgaristan’dan ve Bulgarlardan asla korkmuyorlar.

Mümün İsov: Derin inancıma göre,  Bulgar ulusuyla ilgili konseptin (kavramın), anlayışın yeniden tanımlanması için çalışmak gerek. Bu uğurda çalışmak istiyorum, fakat olanak bulamıyorum, içimi sızlatıyor. Doktora tezim üzerindeki çalışmalarımı birkaç yıl önce tamamladığımda, Birinci Dünya Savaşında Bulgar Ordusunda şehit düşen Türklerin istatistik verileri elime geçti. Toplam şehit veya kayıplara karışanların sayısı 88 106 iken, bunlardan 9 604’ü Bulgaristanlı Türk’tür. Bu rakamların doğruluğunu tasdik etmek için bir tarihçiye başvurdum. Aldığım cevap şu oldu: ‘ Birinci Dünya Savaşında bu kadar çok Türk’ün Bulgar Ordusunda şehit düşmesi mümkün olabilir mi? Yeter saçmaladığın! Bulgar toplumunda, Bulgaristan Türklerinin Bulgaristan vatandaşlı olarak sadakatli, kendilerine güvenilebilir vatandaşlar olduğuna ilişkin kuşkular var. Ben bu konuda, derin sosyolojik araştırmalar üzerinde çalışmış ciddi bir bilim adamı olarak konuşuyorum.

Biz, tarihin sunduğu olumlu delileri kaynak olarak kullanarak, bu günkü Bulgaristan Türklerine dedelerinin Bulgar bayrağı altında savaşırken şehit düştüklerini; aynı zamanda Bulgar çoğunluğa da, Bulgar Türklerinin bir korku ve beşinci kol ordu olmadığını anlatmak zorundayız. Bulgaristan Türklerinde Bulgaristan’dan toprak parçası koparma hevesi olmadığını en şeffaf biçimde inandırıcı örneklerle sunmalıyız.

Olaylara bir de ters yönden bakalım: 2001’de açıklanan Ulusal İstatistik Verilerine göre, Bulgar toplumunda yani Bulgar çoğunlukta değişik bilim dallarında 10 434 bilim adamı var. Bulgaristan Türkleri arasından ise yalnız 16 bilim adamı yetişebilmiş. Ülkede Bulgar ve Türk nüfus oranı ise dokuza karşı birdir.  625 Bulgar bilim doktoruna karşı 1 Türk bilim doktoru var. Bu gerçek duruma, kapsülleşme yani içine çekişme açısından değerlendirme getirirken, olaya yalnız Bulgaristan Türkleri açısından bakmamız yeterli olmaz. Çoğunluk ne yapıyor? Bulgar çoğunluk azınlığı topluma kazanmak, entegre etmek için çaba gösteriyor mu? Örnek olabiliyor mu, gerçek entegrasyon için ötekilere olanak sunuyor mu?

Antonina Jelyaskova:  Bu gibi sosyolojik sondaj ve araştırmalar her yıl yapılıyor. Aramızda bir dikey duvar olduğu gözle görülüyor. Bu duvarın bir yanındaki Bulgarlar kendi içlerine daha kapanmıştır. Azınlıklarla ilgili olmak üzere,  azınlıkların Bulgarlara karşı kurtulamadığı batıl inançlardan çok daha fazla kör inanç kurbanı olan Bulgarların kendileridir. Azınlıklar çoğunlu örnek almaya yatkındır, çoğunluğa karşı daha açıktır, onda daha kaliteli olanı benimsemek istiyorlar. Öte yandan Bulgarlar azınlıklara karşı daha üstün olduklarıyla böbürlenerek, azınlıklara alt- insan, ikinci kalite kişiler olarak bakarak yaşamışlar. 1878’de kurtuluştan beri bu böyledir. Bu gerçek Bulgar’ın ulusal ruhsal portresine işlemiş, ulusal mantalitesinden (zihniyetin) oluşturucu bir parçası olmuş, bizi beş yüz yıl çiğnediklerine göre, başına gelecek olan buydu anlayışı yerleşmiştir. Durum böyleyken, sosyolojik sondaj çalışmalarında biz, nasıl olur da ‘kızınızın bir Türk’le ta da bir Romen’le evlenmesine razı mısınız?’ sorusuna “Evet” yanıtı verebiliriz, ya da okulda öğretmenini ya da bakanın bir Türk olmasına razı olabiliriz?  Hata 1989 yılına kadar bile, Bulgar nüfusun azınlık, Türker’in ise çoğunluk olduğu şu karma bölgelerde, devlet ve belediye makamlarındaki tüm idari imkanlar Bulgarların yani azınlığın elinde toplanmamış mıydı?

Son zamanda, Türklerin de nüfusun % 75-80—85  gibi çoğunluk oluşturduğu, Bulgarların ve Hıristiyanların ise azınlıkta olduğu karma bölgelerde nasıl yaşadıklarına ilişkin araştırmalarda bulunduk. Bu yerlerde yerel idarenin yasal yollarla Türklerin eline geçtiğinde, onlar azınlığın yönetimde görünür bir şekilde yer almasını sağlamaya çalıştı, örneğin muhtarın Türk olduğu yerde, Bulgarlar 5 hane olsalar bile,  muhtarlık sekreteri Bulgar oldu. Şu merakımı doyurmak amacıyla pek huzurlu olmadıkları sırıtan Bulgar azınlığı rahatsız eden şeylerin ne olduğunu söküp alabilmek ve öğrenmek için sıkça gidip uzun süre insanların yanında ve arasında olmak gerektiğini iyi bilirim. İşleri olan, rahatsız edilmeyen, etnik ve dinsel nedenlerle canlarını sıkan olmadığına göre, bu insanların sakin yaşamalarına engel olanın ne olduğunu anlayabilmek için akşam saatlerinde onlarla birlikte sofraya oturduğumda kulağıma fısıldanan gerçekler şunlardı: “Sizin Sofya’da işiniz iş. Rahatınız yerinde. Bizi burada Türk idarecilerin eline bıraktınız. Onlar karma bölgelerde Türklerle sıkıntısız yaşadıklarından dolayı olacak, bu sözleri dört göz arasında, çok gizli bir şeymiş gibi paylaşıyorlar. Kuşkusuz bu bölgelerde Türklerle Bulgarların çok yönlü ilişkileri var, ortak iş yapıyorlar, fakat son 120 yıldan beri idare ettikleri gibi yönetemiyorlar.

Mümün’ün Bulgar ulusunun çok etnikli olduğu gerçeği konusunu yeniden gözden geçirelim, üzerinde bir daha fikir yürütelim, konuyu halka indirelim dediğine ben, vatandaş kültürü oluşturma dedim. Asırlar boyunca birlikte yaşadığın insanların şimdi seni idare etmesinden huzursuz olmak anlaşılır gibi değil. Ben karma nüfuslu bölgelerde ne görmek istiyorum biliyor musunuz? Çok sağlam, önemli, esaslı olan günlük yaşayış düzeyindeki müsamahanın, doğal ilişkilerdeki hoşgörünün giderek büyüyerek sivil vatandaş toplumu hoşgörüsüne dönüşmesini arzu ediyorum. Türklerin, Çingene ve Yahudilerin yönetmesinden, okul müdürünün, çocuklarının öğretmeninin Türk olmasından kimsenin içinin burkulmadığı günleri görmek istiyorum.

Hristo Butsev:   Sözünü ettiğimiz sivil toplum hangi dili konuşuyor Sayın İsov?

Mümün İsov: Çoğunluğun dilini. Sivil toplum isteğinin Bulgar ulusunun temellerini çökerteceğinden korkmamak gerekir. Bunun altında bir komplo aranmamalıdır. Bu anlayışı yaratan ben değilim. Uluslar ve milliyetçilik teorilerinde iki konsept (kavram), iki yaklaşım vardır. Birisi sivil vatandaş yani politik toplum, ikincisi ise etnik ya da kültür ulusudur. Birleşik Amerika ve Fransa’da sivil toplum ulusu varken, Almanya’da etnik ulus hakimdir. Bir multi etnik (çok etnikli)  imparatorluğun sınırında bulunan Bulgaristan’da anlaşılır halkçılık nedenlerine dayanılarak Almanya’daki gibi etnik ulus modeli oluşuyor. Geleneksel Bulgar milliyetçiliğin orta direğini oluşturan Türklere karşı, Müslümanları yererek çene çalmadır. Bu benim savunduğum bir tez olmaktan fazla, Mariya Todorova ve birçok başka araştırmacının savunduğu tezdir. Fakat bir ulusun formatı (boyutu) ebediyen Var olmak için oluşmaz. Muhtemelen yeniden tanımlanması ise modern Bulgar ulusu kurucularına ihanet anlamına gelmez. Şimdilik benzer bir tez halk arasında pek tutulmadı. Bir gazeteye demeç verirken gazetecinin bana “Siz kendinizi kim olarak duyumsuyorsunuz?” sorusu yönelttiğini iyi anımsıyorum. Ben ona, her kişinin birçok kimlikle birlikte yaşadığını; an gelir kişinin cinsiyet kimliğinin üstün geldiğini; başka bir anda ise etnik ya da ulusal kimliğinin ağır bastığını anlatmaya çalıştım. Ben kendimi bir etnik kimlik olarak Türk, ulusal kimlik olarak ise Bulgar olarak tanımladığımı söylediğimde, o yüzüme şaşkın baktı, cevap veren ben değil, sanki Mars gezegeninden düşmüş biriydi.

Antonina Jelyaskova: Korktuğundan dolayı samimi olmadığını da düşünmüş olabilir. Etnik hoşgörü Mekke sine düştüklerinden çok mutlu oldukları yüzlerine vuran bir grup Avrupalı konuğum olan gazeteci  ona dönerek “Sizin Pirin Makedonya’sından olduğunuzu anladık. Milli mensubiyetinizi Makedon olarak mı tanımlıyorsunuz?” dediklerinde hiddetten köpürdü ve şöyle dedi: “Ben Bulgar olduğumu her zaman biliyordum. Milli mensubiyet sahibi olarak ben Antonina’nın kocasıyım…”

Mümün İsov:  Şu aşamada insanların daha büyük kısmının anlayışında Türk ve Bulgar birbirine yakın ve bağdaşık olmayan iki kategoridir. Kendilerini medyada göstermekten zevk alan Bulgar aydınlardan bir kısmı insanlarım duygularıyla oyun oynamayı seviyorlar. Kendilerini yenilikçi olarak tanıtanlar (Bulgaristan Türklerinin sözde değil gerçekten çoğunluktan eşit haklı ve kopmaz bir parça olduğunun kabul edilmesinin zorunlu olduğunu savunması gerekenler)  hemen ajan, ulusal hain veya dış merkezlerden para alanlar olarak ilan edildiğinden dolayı bu konuda gerçek tartışma henüz başlayamıyor. Konuşmalar bu ruhta devam ettikçe böyle bir tartışmanın başlaması henüz beklenemez.

Hristo Butsev: Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) hakkında görüşünüz nedir?

Mümün İsov: Geçiş döneminin ilk yıllarında Hak ve Özgürlükler Hareketi  (DPS) etnik gerginliğin azalmasına yarayan bir tampon, bir transmisyon rolü gördü. Fakat sonra …Bazı kişiler kendilerini unutunca makine de yerinde saymaya başlıyor. Her defa tekrar ettiğimi bu defa da yinelemek istiyorum. DPS partisine diğer partilerin tavrı açısından da bakmak gerek. Karma bölgelerde başka parti yok, insanların başka seçeneği de yok.  Türklere oylarını DPS’ye verdiklerinden dolayı sitem edilmemelidir.  Kime versinler?

Antonina Jelyaskova:  Geçiş döneminin başlangıcında gerginliğin düşürülmesi için, Türklerin ve Müslümanların kendilerini eşit haklı Bulgaristan vatandaşı hissedebilmeleri için Hak ve Özgürlükler Hareketine olağanüstü gerek vardı. Hak ve Özgürlükler Hareketi kurulduğunda ve iktidara uzandığında, Türklerin ulusal siyasi partilere giderek akmaları için uzun zaman gerekli olacağından dolayı, DPS’ye yıllar yılı gerek duyacağımızı öngörmüştüm. Anlaşıldığına göre benim öngörüm pek tutmadı, karışıklık oldu. Çünkü Türklerin ihtiyaç duyduğu yeni güvenlik duygusunun oluşması için arkada kalan yıllarda ulusal partilerden hiçbiri bir şey yapmadı. BSP, DCB veya CDC gibi ulusal partilerden her hangi birisinin Türker’in ve Müslümanların haklarını savunacağı, kendilerinin ötekileştirilmeyeceği beklentisi gerçekten de boşa çıktı. Yakın tarihimizi, ilk demokratik seçimler yapılırken, yeni kurduğu DPS partisiyle Ahmet Doğan’ın CDC’den entegral bir parça olarak,  koalisyon halinde genel seçime katılma isteğinin, o zaman CDC yönetiminde yer alan dostlarımız tarafından reddedildiğini de unutmamamız gerekir. Gerekçeleri şuydu: “Türklerden 300 bin oy alırız da, korkak Bulgar seçmenden 900 bin oy kaybederiz!” Erken demokrasinin büyük günahlarından biridir bu. Ahmet Emin’in vefat etmesinden sonra beliren bu bunalımda, DPS’nin bir rüşvetçi ve demokratik olmayan bir partiye dönüştüğünü, yeniden beliren korku alametinden, Türklerin kendilerini bir daha tehlikede hissettiklerinden dolayı, Boyko Borisov’un medyada bildirdiği üzere, her şeyin ansızın kötüye dönebileceği tehlikesinin yeniden nefes almaya başladığını en uzak Balkan köylerindeki kör cahil Bulgaristan Türkünün de görebildiği günümüzde Bulgaristan’da  iyimser konuşmaya ortam yoktur.

Reklamlar