Arzuladığım dünya:
Arzuladığımız dünyayı nerede arıyoruz:
Çöplükte? Tarihte? Direniş Meydanlarında?
Seçim Sandığında? Yoksa loto toto fişinde mi?

Rafet Ulutürk
Rafet Ulutürk

Biz yani günümüzü bilgi tabanlı bir toplumlarında aramak zorundayız. Arzuladığımız geleceğin yaratılmasında başı çekecek olan eğitim olacaktır. Evde, okulda, hayatta eğitim. Yakın geçmişe kadar birçoğumuz için arzuladığımız dünya Türkiye ile Bulgaristan arasında vize olmayan bir dünyaydı. İşte bu oldu.
Sonra Bulgaristan ile Batı ülkeleri arasında sınırsız bir âlem özledik o da oldu. Kanada’ya yerleştik. Sonra ayrılık yazgıdır ama hasret olmasın, dedik, Skype ile gece gündüz burun burunayız.
Bir de yoksulluğun, şiddetin, ayrımcılığın ve hastalıkların olmadığı bir dünya anlamına geliyor arzuladığımız dünya. Kuşkusuz, terör ve baskı da olmasın. Totalitarizm de… Bu geleceği inşa etmek için hep birlikte hareket edelim. Bulgar, Türk, Pomak, Romlar el ele, omuz omuza direnişlerde slogan atıp şarkılar söyleyelim.
23 yıldan beri eğitimde ileri tek adım atamadık.
Hedeflerimize ulaşabilmemiz için, ana dilinde kreşler, okullarda zorunlu, ana dil eğitimi; başarılı olmamız için yapmamız gereken birçok iş var. Önce Anayasa değişikliği yapılacak, ardından yasal düzenlemeler gelecek, ardından da başarılı uygulama, ders kitapları hazırlıkları, ek kitaplar, ana dilimizde haftalık ve günlük yayınlar, radyo programları ve TV yayınları… Bunlar büyük ödevimizin bir başlangıcı olacaktır.
Bulgar çocuklara ana dillerinde eğitim ne zamandan?
Tarihimize bir bakalım. Bulgar çocuklara ana dillerinde eğitim veren okullar ne zaman açıldı?  19.yy. Osmanlı zamanında. Türklerle kardeş gibi yaşandığı dönemde:  “uyanış çağı” ve “uyanış öncesinde. Bulgar ailelerinin bize çok sık “komşu” dediği zamanlarda.
Yıl 1943. Aylardan Mayıs.
Ortodoks Kilisesi ile birlikte Bulgar halkı yakmak üzere Almanya’ya gönderilmek istenen Yahudileri kurtardı. Yazarlar, hukukçular, avukatlar, muhalefete mensup milletvekilleri, genel bir ÇAĞRI çıkartarak, Yahudileri korumak amacıyla, evlerin ve kiliselerin kapılarını açtılar.
Sofya Metropoliti Stefan Kral Boris’e mektup gönderdi.
“Kıyıma uğramak istemiyorsanız, kıyım yapmayın!
Sen nasıl yargıda bulunursan sana da aynı yargı verilecektir; senin aldığın önlemler sana karşı da alınacaktır! Unutma Boris, Tanrı senin yaptıklarını gökyüzünden izliyor! Tek bir Yahudi bile kamplara gönderilemez!”
Bu olay, Bulgar din adamlarının ve halkın içinde o zaman merhamet ve insanlık duygusunun dile geldiğine işaret ediyor.
Yıl 1913.
Balkanlar yanıyor. Mesta ırmağı boyunda Pomakların evleri camiler yıkılıyor, adları ve dinleri değiştiriliyor, mezar taşları kırılıyor, çıkarılıyor, hayvanlar telef ediliyor, yerliler topraklarından kovuluyor.
Politik düzey temas kuruluyor. Ulusun problemleri tartışılıyor. M.K. Atatürk arabulucu. Pomaklar, Radoslavov hükümetini destekliyor, yaralar sarılıyor, acılar diniyor. Bulgarlar insanların farklı olabileceği bilincine varıyor.
Biliyorum, siz bu satırları okuyanlar, ama “bize karşı hiç böyle davranmadılar!” deyip hemen isyan ettiniz.
Barbarlık görenlerimiz çok kalabalık.
Her birinizi başka farklı bir şeylere ikna etmek zaten çok zor veya olanaksız. İnsan önce işittiğine, gördüğüne inanır. Tamamen haklısınız. Ne ki, eğer tarih bir çuval samana karışık buğday tanesi ise, çöpü taneden, iyi kötüden ayırmak, ibret dersi çıkarmak zorundayız. İleri gidebilmek için buna mecburuz.
1989’da bize karşı tankları üzerimize sürdüler
Nasıl olur da, 15. Yüzyılda Osmanlı idaresinin, İspanya’da yakılıp yok edilmekten kurtarıp bugünkü Bulgaristan’a Bulgar’a Türk’e komşu ev bark sahibi ederek, eşit vatandaş ettiği Yahudilere 1943’te sahip çıkan Bulgarlar, 1989’da bize karşı tankları üzerimize sürdüler? Olacak iş mi?
Yine onlardan pek çokları, 20. Y.y. sonlarında evimizden yurdumuzdan kovulmamıza seyirci kaldılar! Yahudiler yakmaya götürülürken Çar Boris’e boyun eğmeyenler 46 yıl sonra, yani 1989’un Ağustos ayında bize “Kapı açık gidin!” dediler.
1943 ile 1989 iyi incelenmeli
Bu iki tarihi yani 1943 ile 1989’u incelerken, politikacılara el uzatma konusuna 1913 örneğiyle bakmamız gerekiyor görüşündeyim.
1989’da Bulgaristan’da otoriter sosyalist sistem, diktatör Todor Jibkov ve yönetim, yürütme ve yargıyı elinde toplamış bir totaliter rejim vardı. Komünist partisi, sosyalist devlet, sosyalist polis, hukuk, adalet bir şey kalmamış, her şey totaliter mafyanın elinde toplanmıştı.
O yıllarda başımıza gelenleri,
“Belen”e kampını, hapishaneleri, sürgünleri biliyorsunuz. Bulgar halkı Türklerin ve Pomakların başına gelenlere, çilemize, çekilerimize, baskılara ayaklanmadı. Susarak baktı. Bulgar asker ve polislerin eliyle uygulanan terör, yargısız infaz, savcı ve yargı izni olmadan evlerin basılması, gerekçesiz tutuklama, polis mahzenlerinde sebepsiz dayak, ihtiralar, yargılanmadan sürgün etme, cezaevlerinde çürütme, sindirme, ezme, deli etme anlamındaydı.
Bizler terörist rejimine karşı ayaklanmıştık
Bir köyden bir köye gidilemiyor, hasta doktora götürülemiyor, matem törenleri bir eziyetti. Evet! Fakat biz Bulgar halkına karşı değil, Bulgar totaliter baskı ve terör rejimine karşı ayaklanmıştık. Batı kamuoyu, radyoları, Türkiye bize arka çıktı. Bulgar demokratları, aydınlar, yazarlar ressamlar birlik olup bizden yana büyük eylemler düzenlemeseler de ruhen bizimleydiler ve 1990’da gerçekler görüldü.
Yahudiler kurtarılması ve Türklerin kovulması
Kuşkusuz bu iki gerçek, Yahudiler kurtarılması ve Türklerin kovulması hepimizi çok düşündürdü ve düşündürüyor.
Öç alan nankörlerden olmadığımız ve kimseyi tahrik etmediğimizden olacak, birlik olma ruhumuz hala yaşıyor. 1990’da demokrasiye ebelik edemeyen  Bulgaristan acılarını biz de çekiyoruz. Totalitarizm Bulgar halkını çok ezdi, toparlanması güç oluyor ama devam ediyor, sokak ve meydanlarda yaşıyor.
DEMOKRASİ NÖBETLERİ:
Bugün Sofya ve Bulgaristan Oreşarski’nin oligarşi hükümetine, mafyanın bütün devleti ele geçirip totalitarizmi, terörü geri çevirmesine karşı ayakta nöbet veriyor. Parlamento önündeki sarı kaldırımda uyuyorlar, kahvelerini orada içiyor, yemeklerini orada yiyor, gerektiğinde oracıkta kendilerini yakıp ebediyete uçmayı bekliyorlar.
O vatandaşlarımız ki, sayıları her gün artıyor, mertliği, cesareti ve dayanıklılığı pekiştirirken, bir de korku içinde yaşıyor. Yeniden aforoz edilme, bir daha ezilme, sonsuza dek ezik, kimliksiz,  tarihi olmayan insan olarak kalma korkusudur bu. Savaşan ve korkan insanların yanında olmak, onları desteklemek, hatta “Nasılsınız!” diye sormak, hepimizin boynumuzun borcu, kutsal ve emsalsiz bir duygudur.
Ezilmeyen eğitilemez, demiş
Johann Wolfgang von Goethe.
Ve işte onlar kolektif bir direniş eylemindedirler. Yanarak eziliyorlar! Bu eylemi tek başına yapmıyorlar, totaliter rejim kalıntılarını ve devlet içindeki kanserleşmiş tümör oluşumlarını temizlemek için seferber olmuşlar diyalog ve seçim istiyorlar. Onların itaatsizliği sadece karşı koymak anlamında değil. Direnenler toplumsal dönüşümlerin, yenilenmemizin öncüsüdür.
Bir düşünür demiş ki “savaşları sevmiyorum çünkü kahramanlar ölüyorlar” Başka bir değişle, yurttaşlarımızın başkaldırısı, geleceğin Bulgaristan’ın bir projesidir. Bu, bir savaşın içinde dayanışmadır, bütün azınlıklarla da beraber olmayı zorunlu kılar ve geliştirir. Bu hedef, belli olan emsalsiz bir direniş olup, azınlıklarımızın hedefleriyle çakışma halindedir.
Çocuklar gösteri meydanlarında:
Şimdiki başkaldırı şiddetsiz bir eylemdir. Hedefi karşısındaki güçleri askeri olarak bozguna uğratmak değil, yasalar çerçevesinde eyleme zorlamak ve onların politik inanç ve tasarımlarını değiştirmektir. Bugün onlar hükümetin istifa etmesinin ve yeni seçim yapılmasının gerekli olduğuna inanıyorlar. Kullanılan yöntemler büyük önem taşıyor.
Ölüm orucuna yatanlar var
Edvin Sugarev ortak hedef uğruna ölüm orucuna yattı. Anneler gösterilere çocuklarıyla geliyorlar. Vardiyalı çalışan geçler birbirini değiştiriyor. Yumurta fırlatmak gibi eylemler sembolik bir boyutta gerçekleştirilirken, her olaya mizahi bir anlam kazandırılırken, her şey açık açık yapılıyor.
30. gününde devam eden direniş şeffaf bir eylemdir.
Hiçbir şey gizlenmeden, açık açık yapılıyor ve hatta her sabah kaç fincan kahve içildiği bile sayılıyor. Ortak tarihimizi aynı şeffaflıkla bir daha gözden geçirip değerlendirmemiz gerekiyor.
Kitlesel başkaldırı, nihai bir eylemdir. Hükümetin, yüksek görevlere bacanak, baldız, yeğen, mafya temsilcilerini ve bilinen hırsızları atamasına tepki olarak, emirlerin “derin devletten” geldiği anlaşılınca başlamıştır.
Bu direniş bir okuldur. Yarın işler çok daha kolay olacak.
Yurttaş itaatsizliği yurttaşları, toplumu parçalamaya yönelik bir teşebbüs değildir. Toplumu başka türlü inşa etme iradesidir. Yurttaşın itaatsizliği bir hak talebidir. Toplumu yenilik üzerinde düşünmeye zorlar. Demokrat değerleri daha ilk gününde hiçe sayan bir rejime karşı aydınları direnişe davettir. Bu direniş bir okuldur. Yarın işler çok daha kolay olacak.
Konfüçyüs demiş ki:
“Bir devlet aklın ilkeleriyle yönetiliyorsa, yoksullukla sefalet ve cahillik utanç vericidir; yok, bir devlet aklın ilkeleriyle yönetilmiyorsa, varlıkla onur ve okumuş olmak da utanç vericidir.”

Rafet ULUTÜRK
BGSAM-Bulgaristan Stratejik Araştırma Merkezi

Reklamlar