Muazzez YURDAKUL

 

Şair ve Yazar Ömer Osman’ın SEVGİ KIRINTILARI ARIYORUM YOLLARDA kitabından alınmıştır.

 

Sevgi ve özgürlüktür

Bana gerekli olan iki şey

Sevgi için hayatımı hemen feda edebilirim

Sevgimi de özgürlük için hemen verebilirim.

Şandar Petyöfi

 

Cezaevinde doğmuş olan şiirlerim kırk yedi taneydi. Sonra onları dışarı çıkarmak da bir başka sorundu. Kırcaali polisinde yazıp ezberleyerek getirdiklerimi, Eski Zara cezaevinde yaratıklarımı sağ salim dışarı çıkarmak için tek bir çarem vardı: tümünü ezberlemek. Ben de tümünü ezberledim.

 

22 Nisan 1983’te cezaevinden çıkarken polis, ceketimin didintilerini dahi yokluyordu. Ben ona gülüyor, aradıklarının, başımda, beynimde, belleğimin kıvrımlarında gömülü olduğunu, ne kadar ararsa arasın, bulmanın mümkün olmadığını, insan iradesini kırmanın imkânsızlığını fısıldıyordum. Dışarı çıktım. Dışarıda bahar vardı. Dışarıda solgun bir güneş, silik bir yeşil hakimdi. Dışarısını komünistin kırmızısı boğazlamıştı. Derelerden kan akıtma pahasına bütün renkleri silip yok etme çılgınlığı içindeydi kırmızı.

 

Dışarıda kızım Gülseren, karım ve bir komşum beni karşılamaya gelmişlerdi. Görüştük, sarmaştık, öpüştük, koklaştık. Bütün bunlarda, dört yıllık demlenmiş özlemin giderilme çabası vardı. Buruk bir sevincin gözyaşlarında eriyen katmer katmer özlem vardı. Ben, eşim, kızım ve komşum, dört Türk, dört Balkan Savaşı tutsağı Türk, Eski Zara’nın küçük bahçesinde bir sırada oturuyor, hazin bir özgürlüğe seviniyorduk. Oysa bunun, benim özgür kalışımın hiç de özgürlüğe benzer bir yanı yoktu. Bunu dördümüz de biliyorduk. Ben, beni karşılamaya gelenlerden özür diledim ve bir kenara çekilip şiirlerimi çabuk çabuk kâğıda geçirdim. Ezbere bildiğim için yazmaları uzun sürmedi. Zaten para almak için veznedarı beklemem de gererkiyordu. Bir de, Istırap Evinde, ıstıraplar içinde doğan şiirlerimin bir gün okuyucuya ulaşmasını çok istediğim için, onların yolda her hangi bir şekilde kaybolmasından çok korkuyordum.

 

Eve varınca, şiirlerimi DİLİM DİLİM YÜREK başlığı altında topladım. Daktilodan geçirdim. Onları Türkiye’ye benden sonra gelen yeğenim Mustafa getirdi. KÜLTÜR BAKANLIĞI yayınevine gönderdim. Bir yıl sonra bana iade ettiler. Yayınlayamayacaklarmış.

 

Beni düşmanlarım – Bulgar komünistleri çok ağlattılar.

Ben öyle çok ağladım, o kadar çok ağladım

Yüreğim boşluklarda çırpınan sarkaç oldu

Avunmak için Hakka yalvardığım kaç oldu?

Bildiğim duaları kaç kere sıraladım.

 

Diye inim inim inledim, sızladım kendimle baş başa vererek.

Ama bu ağlayışın acısı, sızısı, sancısı, ıstırabı ile insanın sevip saydığı, uğruna canını feda etmeye hazır olduğu kişilerin ilgisizliğinden, nankörlüğünden, saygısızlığından doğan ağrıları, sancıları, gözyaşları arasında, tasavvur edemeyeceğiniz kadar fark vardır. Düşmanın akıttığı gözyaşları bana-bize ümit verdi, cesaret verdi, azim verdi; oysa dost bildiğim, ana baba bellediğim, ANA VATANIM dediğim KİŞİNİN mi desem devlet müessesesinin mi akıttığı gözyaşları dayanılması güç bir acı vardı.  Allah’ım sen sabır ver, Allah’ım diye ağladım. İki buçuk milyon kadar Bulgaristan Türkü görülmemiş bir soykırıma tabi tutulmuş. Kulaklarımız tıkanmış iken, Bulgarların kininden sıyrılmış kılıcı, başucumuzda Domakles Kılıcı gibi sarkarken, direniş yolu ve usulü bulmuşuz. Bu direnişin canlı şahitleri olarak, yüzyıllar önce haşmetli padişahlarımızdan birinin fermanı üzerine gittiğimiz RUMELİ’DEN zorunlu göçe tabi tutulmuşuz, buraya gelirken de, BULGARİSTAN denen cezaevinin beton duvarları arasında her tehlikeyi göze alarak gizlice kaleme aşınmış olan şiirlerimizi, romanlarımızı geliştirme çareleri bulmuşuz ki bunlar Bulgaristan Türkünün aynasıdır. Şimdi burada bu aynaların, tıpkı düşmanlarımızın bulup buluşturup birer birer yok ettiği gibi, dostların, dost bildiklerimizin, ANA BABA saydıklarımızın yok etmelerini, ya da bırakıldıkları yerlerde çürütülmelerini mi bekleyelim? Bu bir cinayet sayılmaz mı?

 

Bunlar kafamda, yüreğimde, şimdi doğan duygusal düşünceler, oysa 22 Nisan 1983’te, cezaevinden ezberleyerek dışarı çıkardığım şiirleri kaleme aldığım Eski Zağara’nın küçük bahçesinde onları pırıl pırıl bir kitap halinde görüntülüyordum. Kendimi görmüyordum ya, dudaklarımda muhakkak tatlı, çok tatlı bir tebessüm dolaşıyordur. Çünkü ben, biz o zaman İNANIYORDUK, GÜVENİYORDUK, SEVİYORDUK, O İNANCI, O SEVGİYİ, O GÜVENİ içimizden söküp çöplüğe atmamızı şiddetle arzu edenler var. Biz bunun silah zoru ile bile yapmadık. Gayretiniz boşunadır, çünkü burada da yapmayacağız.

 

22 Nisan akşam saat 5 sularında Eski Zağara Cezaevini, bir başka deyimle İSTİRAP EVİNİ orada çektiğim acıları, ıstırapları, çileleri beynimin bir köşesine depolayıp yola koyuldum. Şehrin dışına henüz çıkmamıştım ki, yanımdakilerden o günlerdeki haberleri dinlerken, demek, diyordum kendi kendime, cezaevine girdiğim zamanla şimdiki zaman arasında, siyasi hiçbir değişiklik olmamış, aksine Bulgarlar bizi eritme amaçlarında daha da ileri gitmişlerdi. Bunu bana, cezaevi yanındaki DS sorumlusu söylemişti. Dikkatli olmam gerekiyormuş. Dikkatli olmazsam, cezaevinde yine görüşebilirmişiz. Gerçekten de o adını unuttuğum adamla BELENE ÖLÜM KAMPINDA görüştük. Adam sayemizde yükselmiş, başkentte çalışıyormuş…

 

Otomobilimiz Koşıkavak’a doğru yol alırken beni-bizi-hepimizi çetin bir savaş beklediğinin farkına varmıştım. Aklımdan, cezaevinde yazdığım bir şiirin bir parçasını mırıldanıyordum.

 

Dizeler yeşermez kuru dal gibi,

Gerçekten vermezsek sen ben el ele

Yolunu bitirmiş bir sandal gibi

Oyuncak oluruz yağmura sele

Sözcükler ıstırap, uyaklar çile

 

Serbest kalışımdan bir süre sonra, Kırcaali’de böbrek ameliyatı geçirdim. Eğer bana orda şifalı otlardan yararlanmayı yasak etmeselerdi, şimdi ameliyata gerek kalmazdı. Ameliyatta taş yerine böbreğimi aldılar. Sebebini bilmiyorum. Hastaneden taburca olduktan az süre sonra, henüz ameliyat yarası kapanmadan BELENE ÖLÜM KAMPINA gönderildim. Ama Allah verdiği ömrü almıyor. Oradan serbest kalınca, kızım ve eşimle Kuzey Batı Bulgaristan’a sürgün edildim. Zülüm yağmur yağmurdu. İki buçuk milyonla beraber ben de Bulgaristan zulmünden sırılsıklam olmuştum. Bu, ROMAN kasabasında da sürdü. Orada kızımı Bulgar’la evlendirip beni sokak ortasında bırakmayı niyetine girmişlerdi. Çok çabaladılar ama kızımın Türklük eğitiminde, milli duygularında kusur olmadığı için başaramadılar. Şimdi hep beraber İSTANBUL’DA oturuyor ve öğretmen olarak çalışıyoruz.

Bunca zulümden sonra bir damla mutluluğa da hakkımız vardır sanırım.

 

Ocak-Şubat 1991

İstanbul

Reklamlar