İbrahim SOYTÜRK

Konu:  Herkes kendi zaferini kutluyor

“Saray” pencereleri ışıl ışıl! Çamlarda ışıyan ampullerle gece kapı önü alaca karanlık. Yeni yıl için iki hafta önceden toplananların burnu kar kokusu arıyor. Karınları tok, kısa zincirli çok tülü köpekler ayak tırnaklarını çimene batırmış emir bekliyor. Korku saçan gözleriyle Park eden siyah arabaları ve avluya girenleri korku saçan siyah gözlerler sanki sayıyorlar. Mırıldanışları yeni keskin kokuların burun deliklerine verdiği rahatsızlıktan.

5–6 seneden beri anasını görmeyen Saray kiracısı Ahmet konuk karşılıyor. Onun hakkında çok kitap okumuş deseler de, doğum günü ile yılbaşının önceden kutlanmadığını besbelli ki bilmiyor. Birkaç tezgâhta birden dokumak onu da yormuş olabilir. Parti işlerini perde ardından yönetmek zor olsa gerek. En önemli işi Türklerden, Pomaklarla Çingenelerden sorumlu olması…

Gizli subay olarak başını ağartan da bu!

Perde ardından hizmet verdiği devlete en büyük hizmeti 500 bini Türkü yuvasından kovması oldu. Bulgar istihbaratı 100 seneden bu kadar büyük bir başarı elde edememişti. Birçokları da Batı Avrupa’ya çekip gitse de Türklerin yeniden uyanırmışlar gibi gözlerini ovuşturmaya başladıkları gözle görülmeyenlerin dikkatini çekmiş. Yalnız kendisinin tanıdığı yüksek rütbelilerin sorularına cevap vermek gerek. Toplumsal uyanış, gücünü topraktan ve tarihten alan alt tabakanın hareketlenmesi öyle bir şey ki, ne köpek havlamasıyla, ne de horoz örmesiyle haber alınabilir.  Gençliğinde babası evden kovmuş, karnı aç, cebi boş iken,  burnunu koku almaya alıştıran,  gözünü açan, onu konu komşu arasına sokulup ispiyonluk yapmaya öğretenler, onun ipini bugün de çekenlerdir. Uzaktan bakınca bu ip ve onun ucunu elinde tutan görünmez. Ağıcın içindeki kurdun görünmediği gibi. Kurt ağacı kurutmak, ispiyon da içinde yaşadığı toplumu çökertmek için vardır.  Uzaktan bakıldığında her ikisi de sis gibidir. Yaklaştığında yoktur.  Fakat gün gelir, kurt oyduğu ağıcı deler ve sürüne sürüne ağaç gövdesinin öte tarafına çıkar. Başı göründüğünde ağaçkakan onu kapar ve oyun biter. Ahmet gibi ispiyonlar Türk toplumunu kemirip yerken arkasında 10 cilt çöp tozu bıraktılar. Bu kadar çöp gören Bulgarlar bile ayaklandı. Türkler güzel meyve ağaçlarındandır, kurutmasına tahammül edemeyiz, diyenler ÇOĞALMAYA BAŞLADI.

Kor gözlü itler konukları tanımaya çalışırken, ben de 20. yüzyılda Bulgaristan Türklerini en fazla oyan, en büyük hainliği yapan, elbisesi diplomatlar kadar şık “ruh kurdunu” izliyorum. Şu, “kurt” meselesi Bulgar mizacında, “kuzuyu kurt çaldı” değimimizden çok farklı anlamlı ince bir olaydır.

Klasik masalı şöyledir.

Hırsız Çocukla Annesi

Çocuğun biri bir gün sınıf arkadaşlarının yazı tahtasını çalıp eve götürmüş. Bunu gören annesi onu azarlamamış. Ertesi gün çocuk elinde bir ceketle eve dönmüş ve yine annesi onu azarlayacağına akıllıca davrandığı için övmüş. Yıllar geçmiş, genç bir delikanlı olan çocuk daha kıymetli şeyler çalmaya başlamış. Bir gün suçüstü yakalanmış ve elleri bağlı idam edilmek üzere sokaklarda sürüklenmiş.  Peşinden koşup feryat eden annesini görünce, kendisini sürükleyenlerden durmalarını istemiş.

Annemin kulağına bir şey söylememe izin verin” demiş.

Ağlayarak yanına gelip onu kucaklamaya çalışan annesine yaklaşan genç ısırıp kulağını koparmış. Acıdan kıvranan annesi oğlunu hainlikle suçlamış.

İlk çaldığım şey için beni azarlasaydın, şimdi bu duruma düşmezdim” demiş genç adam.

Ne var ki toplumumuzu bugün idare edenler, okuduğunuz masala göre eğitilmemişler. Aldıkları aile terbiyesinde “eve eli boş gelme” var. Okulumdaki çeşme musluğu ile tuvalet ampulünün her gün çalındığını asla unutamam. Belki siz de hatırlarsınız, güz ve bahar yağışlarından yollar çok çamur olurdu. Lastik ayakkabılarımız çamurlandığı için okul girişinde çıkarıp duvar kenarına diziyorduk. Dersler bitince her gün 5 – 10 arkadaşımın ayakkabısız kaldığını bağrış çağırıştan anlıyordum. Bir defa ben de eve çorapça dönmüştüm. Bir kimsenin kulağının çekildiği aklımda kalmamış.

Bulgarcada eli uzun olana “o işini bilendir” denir. Anlamı, o bir kurttur. Kabın altına gizlenip ağıcı kurutana kadar delendir. Yani toplumun içinde gizli çalışandır.

Toplum, demokrasi, evrim ve devrim, emekçi halk, azınlık, din iman, kültür ve medeniyet düşmanı kurt yetiştirmek kolay olmasa gerek. İdeoloji ve siyaset bu işlerin yalnız kılıfıdır.

Bugün Bulgar toplumunda ideoloji ve milli siyaset diye bir şey yok, ama her yer kurt kaynıyor, kurtlar bayram ediyor.

Şöyle ki, dağda bayırda, hani şu Lütfü Mestan’ın 20 “DS”, “Altıncı Şube” ve “DANS” istihbarat birimlerinden avcı kılıklı 20 general ve albayı beraberinde götürüp bizim bayırlarda patakladıkları 3 yavru kurdun anası ve babası olduğu gibi, ağaç kurtlarının da analı babalı, aileli, soylu boylu olduğuna inanıyorum. Bunlar deldikleri ağıcın içinde mi çiftleşir? Bunu bilmiyorum. Diyelim ki, kimse görmeden, zifiri karanlıkta deldiklerin deliğin bir köşeciğinde çiftleştiler. Anaç yumurta mı yumurtlar yoksa doğrudan yavru mu doğurur?  Soru: Yumurtladıklarında ağaç dostu karıncalar bunları bulup hemen neden toplamaz? Neden yerin yedi kat dibindeki ambarlarına saklayıp üzerlerine zehir dökmez? Yavruysa neden enseden sıkıp boğmaz? Bu karıncaların göreviyse, sanki onlar da beleşten yaşıyorlar. Yoksa karıncaların genlerinde ağaç kurtlarına dokunmak yasaktır, kodu mu var? Bulgar istihbar kuralları karıncaların davranışları esas alınarak yazılmış olabilir mi? A. Doğan dosyasının 3. cildinde, “Bulgarlara karşı bilgi toplamayacaksın” tümcesi var. Bu bütün istihbarat için geçerli mi? Öyle oluyor ki 3 016 Türk ajan yalnız Türklere karşı hafiyelik yapmış. Vay be!!!

Bizde savcılığın iri hırsızları, hainleri, katilleri yargıda aklama gerekçesi hazırlamakla meşgul olduğunu yazıp çizenler yüzde yüz haklı olabilir mi? Yoksa Temiz Mahkemesi’nin Biserov ve Tsvetanov gibi iktidar politikacıları hakkında birinci ve ikinci derece mahkemelerin kestiği cezaları birer birer bozduğunu hatırlayıp susalım mı? Bir de şu var. Ağaç kurtları sesiz hayvan mı? Dağa-bayır kurtları uluyor. Öyleyse adalet reformu istemeyenler gerekçelerinde tamamen haklıdır. Kurt kurdu boğmaz.

Yılbaşı hazırlıkları 15 gün önceden tamamlanmış Saray ışıltısına bakarken, içimizi oyan toplum kurtlarının kuluçka devrini anlatmakta hala güçlük çekiyorum. Bu işin anlaşılır bir yanı olmaz mı? Bir hainin ana yumurtalığında ajan olarak peydahlandığına inanmıyorum. İnsan bir sevgi ürünüdür. İnanamadığım başka bir incelik daha var. Diğerlerine, konu komşuya, akrabalarına, arkadaşlarına, anasına babasına, topluma kötülük yapmak için dünyaya geldiğinin farkına varıp, hainlikten vazgeçmek doğal algılanmaz mı? Hainlerin de beyaz çarşaflı beşikte büyütüldüğünü düşündükçe delireceğim. 1974’ten beri Türklerin ruhunu oyan hainle yılbaşı kutlamaya gidenlere bakıyorum da, bunu anlamak da kolay değil.  Koyun koyunun kuyruk kokusuna gider, diyenler tamamen haklı. Bunların hepsi aynı sürüden kurtlar.

Karşılama merasiminde kravatlıların boyun eğmesi, çöplük horozu gibi şişenin ise, yaşına saçına bakmadan bayan eli öpmesi sıkıcı oldu. İçime bir tuhaflık girdi. Bulgaristanlı Türkler arasından seçim yapılırken hafiyelerin ailesinden dışlanmış olanlar arasından alınması ilginçtir. Türklerin aile ve soy yapısını delemeyen istihbarat, kendilerinden vazgeçilip çöpe atılanlar arasından seçtikleriyle çalıştı. Hain ancak bu ortamdan çıkabilirdi. Onları okutarak, ceplerini boş bırakmayarak,  ileri iteleyerek, ödüllendirerek, hep arka kapılardan sahneye çıkararak, alkışlayarak, ön plana çekerek, çalışmadan yaşamayı tattırarak, hiyerarşi basamaklarından yukarı çekerek ve bu tırmandırmanın en parlak örneği olan Ahmet Doğan’ı kelimize püskül etmeyi başardılar. Ajan kesiminin iki sözü birbirini tutmaz, hayatları yalan dolandır, toplumu dolandırmak, devleti aldatmak ustalaştıkları alandır. Toplumun çöktükçe onlar da çöker ama bir türlü dibe vurmazlar. Çöküş dönemlerinde, bataklıktan uzak durmak isteyen kodamanların pis işleri görürler. Kurtlar arasından bataklık bekçisi seçilir. Bizdeki durum budur. 26 yıldan beri sıvışan bataklığı koruyan bekçilerin onbaşılarından biri Ahmet Doğan’dır. O, kokuşmuşluk üzerinde açan, kokmayan ve tohumu da olmayan bir çiçek olan nilüfere sevdalanmış gibi, bataklığın bekçiliğini kabul etmiştir.

Misafirler arabalarla geliyor. O ödevi yapıyor. Onu sevdiği için gelen yok. Hepsi sanki gelmek mecburiyetinde bırakılmış. Ocakta çok odun olmasını isteyenler var. Ateşin yanması önemli değil. Ödevi, Türklere, Pomaklara ve Çingenelere gözdağı vermek.

Bak ben kimim demek. Boş balon olduğunu gizlemek.  Kulaktan kulağa dolaşanda, ha biri göz açsın da başına vurayım diye beklerken, gece uyumuyormuş. Hani karanlıktan ışığa geçişe yavaşça alışmak için tüm mahlûk gözünü gece açar ya. İşte o anı bekliyormuş! Vuracak göz açanın kafasına kafasına…500 bin kişiyi, pırıl pırıl gençleri telef etti, kovdurdu. Kimse iyi gün göremedi.   Vazifesi ışığı saklamak. Uyanışı durdurmak elinde değil tabii… Çocuğun meme, açın ekmek arayışını nasıl durdursun! Güneş doğarken “Günaydın!” demez. Karanlıkta göz açan da öyle, hemen saldırır, ona ait olanı hemen bulur, kemirir, parçalar, taşır, saklar… Güneşin yükseldikçe daha da ısıttığı gibi önü alınmaz bir doğallıktır uyanış. Ak Kadınlar’da, Kemaller’de, Kubrat’ta ve Gırmen’de, büyük sayıda muhtarlıkta uyanışın önünün alınamadığı gibi bir şey. Yerel seçimde 3 milyon leva saçmışlar, ama “al paran senin olsun!” deyenler kazandı.

Misafirler geldiler gibi. “Saray” bekçisi içeri girdi. Her iş  böyle!. Toplum da devamlı arınıp temizlenip daha berrak olmaya çaba gösteriyor. Bu ardı arası kesilmeyen bir bilinçlenme sürecidir. Önü para gücüyle kesilemez. Asla durdurulamaz. Gücünü toplumsal ihtiyaçları fark etmekten alır. Halkımız aç kaldığında ekmek için uyanır. Baskı altında olduğunu his ettiğinde özgürlük için dirilir. Dinine saldırıldığında hak için direnir. Kimliğimiz elimizden alındığında ise ayaklandık.

Yazılanlar direniş biçimleridir. En önemli olansa aynı hedeflere erişmek için örgütlenmektir. Görüldüğü üzere Bulgar toplumu yeni anayasa için sokaklara dökülüyor. Önemli olan yeni anayasaya “adaletin, mülkiyetin temeli olduğunu”, dil, din, özgün kültür, ahlak, yaşam tarzı, gelenek ve başka öz haklarımızı yazdırmaktır.

Bunlar olmayacaksa hiçbir anayasa değişikliğinden bize fayda yoktur. Şimdiye kadar şu karşımdaki ”Saraya” yemeye içmeye toplananlar hep bizim haklarımıza, bizim özgürlüklerimize, adaletin bizi bulmasına saldırdılar.

Son haftada verdikleri sözlü kavga da bunun içindi. Ülkemizde bir savcı idaresi kurulması kapısını araladılar. Hani eskide parti sekreterlerinin kestiği kestikti, öyle bir şey istiyorlar. Savcılar millete kan kustururken, onlarda “sarayda” sefa sürsünler, istedikleri budur. Bunu ancak çeken bilir.

Sorunların sorunu totalitarizm kalıntılarının, Ahmet Doğan haini gibilerin yani saray kurtlarının çöp kofalarının en derinine atmaktır. İçlerindeki  korku büyük. Göz gezdirdim “saray” dolayında çöp kofası yok. Besbelli içine düşersek çıkamayız diye korkuyorlar.

Bizde 1989’dan beri ne karıncalar ne de ağaçkakanlar işine baktı. Ağacın belindeki kurtları temizleyip ağacı kurumaktan kurtaramadı. Toplum çöküyor. Hükümet düştü düşecek. L. Mestan, ha Şirin hanımıyla arabadan indiler, kapıya yaklaşıyorlar, dün sabah “NOVA” TV’de 2016’dea genel seçim olacak dedi. Boyko Borisov hükümetinin sallandığını söylerken, Reformcu Blok istifa ederse hemen düşer, diye ekledi. Her şeyden hemen haberi olan Başbakan Borisov, Brüksel’den söz hakkı istedi, “Seçimden yanayım, masrafı 50 bin leva, bakalım kim kazanacak” dedi. Rüzgârın yönü iyice belli oldu.

Toplumun kanına giren illetler kan kanseri yapınca olay tedavisiz oluyor. Bizdeki durum da tam böyle, 1967–1990 arası oluşan Bulgaristan totalitarizminin özüne giren Ahmet Doğan kendini kurtaramadı.

Hainliği meslek sandı.

Ajanların da ayrıştırılması, tutuklanıp yargılanması, hapsedilmesi, müebbet hapis cezası alması imkânsız olmasa iyi olur. Demokraside kimsenin koruması, üzerinde çadır, ardında savcı himayesi, vesaire vb olmamalıdır.

Demokrasi hodri meydan toplumudur. Son 25 yılda bu olmadı.

Ve şimdi yılbaşı kutlaması için kapıda karşılayan konuklar havalı. Bir iş yapmamış olsalar da, totalitarizmin ömrünü uzatabildikleri için hepsi mutlu, neşeli, para kaynakları şişiyor, dalavereye devam, rüşvetler yağamaya devam edecek. Bu çöküş hepsine yaradı. Tırmanmaya gerek yok. Kim isterse tırmansın bacağından çekip düşürmek isten değil.

Son gelenlerden biri, oğlu gibi sevdiği, eski generallerden birinin torunu, acıma ve merhamet duygusu olmayan, gözü doymazlığının ve aç gözlülüğünün sınırı olmayan emsali, küstahlık ve kabalıkta ise üstüne olmayan milletvekili Danço Peevski. Sarmaştılar, koklaştılar. Gelen öyle kalın ki, bizimkinin kısa kolları boynuna dolanmaya ermedi. Kulaktan kulağa fısıldattılar. “Babasının” kulak memesini ısıracak sandım. Masaldaki gibi, fakat olmadı.

Onu görünce, baş hainin yüreği hemen kabarıyor, bu defa da öyle oldu. Son yıllarda çok iş becerdiler. Bir defa endüstri işlerini finanse etmek için kurulan Bulgar Ticaret ve Korporatif Bankası (BTK) kimse anlamadan soydular ve Bulgaristan’da sanayileşmenin bel kemiğini kütürdettiler. BULGARTABAC şirketi büyük fıçıya benzeyen “oğlanın” eline geçti ve Türklere “istersen gülüm” selamı gönderildi. Geçen yıl olduğu gibi, bu sene de bütçeyi bağlayamayan Başbakan Borisov hükümetine dış borç alırken destek sağlayarak,

Sofya’yı Varna’ya bağlayacak  “Hemus” ana yolunu 2 kat yüksek fiyatla bağladılar. “Devletin malı deniz….” Diyen şairin yattığı yer nur olsun. Sanki bu günleri düşünmüş de yazmış.  Soyulacak olan devlet olunca birleşip ortaklık yapmak işten değil. Saray korumalı olsa da, bütün devleti içine sığdırmak imkansız gibi….

Hazır oncu sofrası misafirleri gelmeye devam ediyor.

Kar yok ama hava sert, biraz üşüdüm, yarın devam ederiz.

 

 

Reklamlar