Filiz Soyturk2 Filiz SOYTÜRK

Konu: Hayalimde yaşayan köyüm.

            Toprağın içindeki en büyük cevher atalarımızın naşıdır.

Taşların en değerlisi mezar taşlarımızdır.                               

Ahmet,  Türkiye’de dünyaya gelmiş. Büyük şehrin gürültüsü içinde yetişmişti. Annesine:

  • Bizim köyümüz yok mu? Diye sorduğunda, aldığı cevaplarla kafasında bir

Tentene köy kurmuştu.

Asker arkadaşı Hüseyin ondan birkaç kez köyünü anlatmasını rica etti. Ricasını birlikte nöbette tutukları günlerin birinde yinelediğinde, yine “bırak şimdi” demesini beklerken, derinlerde yüzen gözlerini aradı.

  • Vakit geçmiyor. Anlatsana, diye üsteledi.
  • Balkanlardan göçmüşüz, diye başladı Ahmet.

Bizim orada kaldırımlar “Arnavut Kaldırımı” gibi düz değil. Hayat da öyle…

Irmak boyundan toplanmış, iri, yuvarlak ve söbe taşlar, düşün. Su içinde şekillendiklerinden kara kışa dayanıklı. Birbirine girdirilmezler. Aralarında etkilenmezler. Birisi yamulsa öteki yamulmaz. Toprağa tek tek ayrı ayrı oturduklarını düşün sen ki, birbirlerinden bağımsızdırlar.

Sökülmeye başlarken yağlayıp ballandırdıkları sanki ırmak taşı değil, o çok uzakta kalmış hayattan parçalardı ki, yere bakarak devam etti.

“Köy kapımız vardı bizim, belki bin senelik! Gövdesi kalın mı kalın, yol aşırı uzanan dalların ördüğü kemer altından girip çıkılırdı köyümüze. Gövdesi dediğim o kadar kalındı ki, 5 çocuk el ele tutunsak uç uca… Saramazdık. Demirbaşımızdı kapımız. Onunla övünür, kemeriyle anılırdık. Köy bekçimiz dalları arasında yaşardı. Birisi sediriydi onun, birbirine çivilenmiş birkaçı da yatağı. İkindi sıcağında yaprak arası esinti, ona gölge aratmazdı.

Köyüm dediğimde, ilk önce aklıma gelen ahlat ağacımızdır. Öyle kurudukça sulanan yeşerdikçe budanan bir ağaç değildi bizimki. Köklerinin her yıl bir metre yerin dibine indiğini düşünün, bin metre derinden içerdi suyunu. Yıl atlamazdı. Açabildiği kadar açar, yüklenebildiği kadar yüklenirdi. Dallarındaki kuş yuvaları ona ağır gelmezdi. Tırmandığımı ve dallarına tünediğimi hatırlamıyorum. Bekçiden korktuğumdan değil. Ham yenmezdi meyveleri. Olgunlaştığında da gece gündüz demez, rüzgâr beklemez birer ikişer pat pat düşerdi. Sarının olgunu ile kahverengini açığı arasındaki tonlardan birinde buluşunca ahlatlar toprağı öpmeye inerdi. Yeri öpünce çatlar ve bağrını açıp kuşlara, “çekirdeklerimi istediğiniz kadar yiyim, yiyemediğinizi etrafa saçın” daveti yapardı.

Kaldırım taşları üzerine düşenler neyse ne de, yoldan toz kapanlar yıkamadan yenmezdi. Avucum dolunca biraz ilerideki Bal Çeşmeye koşar, bol suda hepsini yıkar ve hapır hupur yerdik. Bu işte akranlarımla hep beraberdik. Ahlat kapma kavgasında kuşlar ve karıncalarla yarışırken, koyun ve kuzular da rakibimizdi. Sürü kemer altından çıkarken ve gün batımında tuz yalamaya gelirken dev ağacın altından geçer, yolu adeta süpürür, çoban Behçet’in de canı çekmiştir, deyip hatırını sayan olmazdı.”

Adama köyünü anlat dedim, sanki borçlu çıktım, köy yolu kenarındaki ahlat ağacını anlatıyor. Özlemiş besbelli.

  • Köye girsene, köyü anlat, dedim.
  • Bizim köy terk edilmiş olsa da, ben sana gerçek bir köy olduğunu söylemek

istiyorum. Sen istersen bizim köyü bir hayal köy olarak düşün. Boş bir ev, ev olmaktan çıkmış bir ev olmaktan başka nedir? Boş bir köy de aynı değil mi? Aysız ve yıldızsız bir gök, bomboş bir gökyüzü olmaktan başka nedir? Ben her gece bizim köye giderim, boş olduğu için kemer kapıdan girmem. Baharda ahlat goncalarının açmasını, kuşların yuvalanmasını, yazın meyvelerin irileşmesini ve kışa giderken de önce sararmış olanların, ardından da yaprakların düşmesini beklerim. Köyümde benim mevsimim devamlı kış. Benden önceki zamandan mı, yoksa bizden sonrakinden mı geldiğini bilmediğim erkekler, kadınlar, çocuklarla karşılaşırım. İşe gidip işten dönen kardeşlerimle, koyun keçi sürüleri hep kemer altından geçiyor.

Hepsinin kafasında tek soru:

  • Biz köyümüzü neden terk ettik?

Köy bize ait değildi, bir köye aittik. Köyü başıboş bırakmakla yanlış ettik. Buna hakkımız yoktu. Bizi adam eden köyümüzdü de, iyi adam edememiş besbelli…

Toprağımızı terk ettik, toprak bize ait değil ki, nasıl terk ederiz onu, biz toprağa aittik…

Toprağın içindeki en büyük cevher atalarımızın naşıdır. Taşların en değerlisi mezar taşlarımızdır.

 Bırakıp gitmemiz en büyük yanlışımız oldu. Senin benim gibi her gün işe gidip gelenler, hayalimde selamlaşır, bayram eder, alış verişe gider, birlikte yaşamanın tadını çıkarıyorlar.

– Peki, anlattığın köy ölü bir köy mü? diye soruyorum. Yüzüme bakıyor.

Ahlat ağacı ne oldu? Diyorum.

Hayır her şey canlı, orada, yaşıyor.

Ölmeleri mümkün değil, bin senelik ağaç ölür mü? diyor.

Neden?

–  Çünkü ahlat ağacı, kemer kapı ve toprağımız hayalimde yaşıyor.

Bal Çeşme de akıyor, diyor.

Ahmet köy dantelâsını anasının anlattıklarından örmüş. Köyü olmadığını söylemesi zor! Toprağı orada yani kökü orada, hayalinde gidip geliyor.

Reklamlar