Tarih: 18 Ekim 2018
Yazan: Rafet ULUTÜRK
Konu: Geçmiş Asla Ölmez.

Biz Bulgaristan Türkleri Kültür ve Hizmet Derneği kısa ismi BULTÜRK olarak kitlelerin ancak umutları uyandırıldığında harekete geçtiklerini biliyoruz. Bundan dolayı da bizler halkımızda umut uyandırmaya çalışıyoruz. Kısacası dünyanın gidişi, hele hele memleketimiz olan Bulgaristan gibi ülkelerin bunalımlar içinde sürekli çırpınması ve bir türlü bataklıktan çıkamaması, Bulgaristan’da yaşayan hiçbir kimsede umut bırakmadı.

Osmanlı Balkanlara giriş yaptığında buralarda 80 millet topluluğu ve beylik varmış, o hepsi ile uzlaşma yolları bulmuştur. Onları getirdiği yeniliklerin etrafında hepsini toplayıp tamamını birleştirmiştir.
Şimdi bu oluşumların sayısı 8-10’a düşmüş ama uzlaşma yolları kapalı. Bulgaristan içindeki 7-8 etnik toplulukla devlet arasındaki ilişkiler ise kokuşmuş durumdadır.

Bulgar Komünist Devleti azınlık topluluklarının gelişerek yaşayan geleneklerine göz dikmiş ve durmadan budamaya çalışmış ve buna hala devam etmektedir. İşte şimdi de Diyanet ve ibadet hak ve özgürlüklerine yeni saldırısıyla Sofya Yüksek İslam Enstitüsünü kapatmayı amaçlıyor. Aslında sosyal-toplumsal ve kültürel hedefleri sahte ve kör olan bu devlet, Müslümanlara karşı amaca yönelik saldırılarını 140 yıldan beri şiddetlendirerek sürdürüyor.

Bu yazımda, ilerlememizi kilitlemeleri nedenlerden biri olarak, GEÇİŞ DÖNEMLERİ tuzağını ve kör düşümlerini ele almak istiyorum. Bulgar ulus devletinin bir boşa kürek çekme olan yürütme siyasetini bilinçli olarak hep bir başkasına devretme taktiği üzerinde durmak istiyorum.

1879’da doğan Bulgar devleti hayata bir büyük devrim sonucu gelip şerefle katılmadığından dolayı, olayların başlangıç noktası hep çarpık olmuştur. Büyük Devrimlerin töreleri ve zihinleri değiştirmek için yapıldığını dikkate aldığımızda, Bulgar devletinin töreleri yaşatmak, geliştirerek güçlendirmek ve zihinlere de ancak ve yalnız Bulgar’a ait olanı doldurmak için kurulmuş olması dikkat çekicidir.

Ta baştan işin içine bir çelişki yerleştirmiş, çatal başlık ve ikiyüzlülük tohumlarını toplumun içine saçılmıştır.

Şöyle ki, 140 yıldan beri yalnız Osmanlı kalıntılarından arınarak kurtulmak kendiliğinden Bulgar’lığı güçlendirmez. Bu cümlede esas olan, Türk- İslam düşmanlığı körüklemek bir sonuç vermez işte bu özetidir. Burada devlet sadece düşmanlık üzerine çalıştılar. Bununla birlikte bir hükumetin, devletin, kurumların adının, bunlarda konuşulan dilin değiştirilmesi de halkın zihnini yenilemez.

Şu da var, hiçbir biçimsel değişiklik, örneğin isim değişikliği bir halkın ruhunu etkilemez. Dere tepe, kurum, kural yasa isimleri biçimdir. Belirleyici olan insan ruhudur. Zihniyettir. Değişikliklerden sonra da insanlar eskisi gibi düşünüp bildikleri gibi davranmaya devam eder. Bunların ununda-mayasında bu popüler propagandada bir reform bir “devrim” diye tanıtılan olsa bile, yüzeysel değişikliklerin insanların ruhuna işlemediği açıktır.  Bunun örneklerini Bulgaristan’da Türkler ve diğer azınlıklar da fazlasıyla yaşamışlardır.

Değişik devrimler vardır.

Bir sosyal varlık olan insan sürekli daha iyi olanı aramış, daha mutlu olmak istemiş ve daha kolay yaşamayı seçmiştir.

Bu uzun yolun boyunda, feodalizmden (derebeylik düzeninden) özel sermayeye dayanan kapitalist toplumsal düzene geçiş olduğu gibi, serbest piyasa ekonomisinden devlet mülkiyetine dayanan sosyalist üretim biçimine geçiş de bir “devrimdir”, sosyalist üretim biçiminden kapitalist üretim biçimine geri dönüş ise bir “karşı devrim” olarak nitelenir. Binlerce kitap bu konuyu işlemiştir.

140 yıllık yeni Bulgar devlet tarihinde bizler adına yeniyi aramak diyeceğimiz bu denemeleri artık art arda 5 defa GEÇİŞ DÖNEMİ şeklinde yaşadık.

Şöyle ki, bu GEÇİŞ DÖNEMLERİ sanki bir yüksek dağın etrafında dolaşan bir kanı arabasının geçtiği köprüleri anımsatır. Sonunda yol dönüp dolaşıp başlangıç noktasına geri gelir.

 Bu gerçek örneklenebilir: Dünyada, 7 milyar insan yaşarken, tarih boyu serbest güreş, yağlı güreş geleneksel müsabakalarda birinciler, şampiyonlar, meydan pehlivanları, cihan pehlivanları hep Deliorman Türklerinden, yani bizden çıkmıştır.

Neden? Suyumuz mu ballı. Tuzumuz mu tatlı!

Koca Yusuf’u, Lütfi Pehlivanı, Osman Duralı’yı hatırlamanız yeterlidir. Şimdi de yine bizden yeni bir genç 18 defa Avrupa Şampiyonu olmuş. XXI. yüzyıl Pehlivanı ilan edilecekmiş…

Çocuklarımız, gençlerimiz sırtı minder görmeden yetişir.

Demek oluyor ki, Osmanlı devlet düzeni Prensliğe, Prenslik Krallığa, Krallık sosyalizme, sosyalizm demokrasiye döndü desek de, devletine trajediler, ne yenilgiler yaşatsa da,  sırtı yere gelmez ruhumuzun.

Biz hep dimdik, hep cesur,  gururlu ve güzellikleriyle aynı yerde mağrurdur. Orman Denizi’nin (Deliorman) tam ortasındaki Demir Baba Tekkesindeki dev kişilik,  dev ayağına yakışır büyük ayakkabılar, duvar deliğinden baktığınızda geleceği görebilme özelliğimiz ve suyundan havasına birçok vasıflar, aslında bize birçok işarettir.

Neyin mi işaretidir?

Birinci olarak şunu beyin etmemiz gerekir: Kalıcı ve büyük, cesur, güçlü, yenilmez ve ebedi olan biziz. Kökleri en derin olan yine biziz. Köklerimizdeki olumlu enerji toplamı kötülük kalıtından milyonlarca defa daha büyük ve görkemli olan da biziz.  Bundan dolayı olacak kutsal yerlerimizi ziyaret ettiğimizde pozitif enerjiyle dolup büyülenip kanatlanıyoruz. Bu toplumun ve devletin genel durumuna rağmen olan bir şeydir. Yani yaşadığımız topraklarda umut aramamıza gerek yok, biz hepimiz umut ve ilham yüklüyüz. Umutla kanatlanmış bu büyünün içinde yaşıyoruz…

Yukarıda umut uyandırmak, umut aşılamak çok zor dedim. Burada gizem aşı üstüne aşı yapılamamasında, var olan bir şeyin yerini aynı şeyle doldurmanın imkansızlığında gizlidir. Aradığımız bizim kendi içimizdedir.

Evet, Çıkan sonuç şu mudur? Yaratan bize cömert davranmış biz de, İŞİ BAŞKASINA DEVREDELİM, YAN YATIP KEYFİMİZE BAKALIM dememişiz. Bulgarların ise, daha ilk günde bu gibi bir sonuç çıkardı ve ona uydu.

Bu sebeple, yazımın başlığında, BİZ HEP GEÇİŞ DÖNEMİNDE YAŞADIK anlamını yükledim. Geçiş dönemleri ise bir aldatmaca-dır.

Bulgaristan GEÇİŞ DÖNEMİ felsefesini şöyle açabiliriz.

YÖNETİMİ VE İŞLERİ BAŞKASINA DEVREDİP YAN YATIP KEYİF ÇATMAK. Yakın tarih bu “başkası olanın” önce Rusya, sonra Batı devletleri, sonra yine Rusya ve ardından yine Batı devletleri ve şimdi de doğuya bakarken batıdan yeme içme şeklinde geliştiğini gösteriyor.

Şapkayı başka birinin kafasına geçirme diyeceğim bu siyasi niyet ve zihniyetin somut kişilere yüklenmesi şöyle olmuştur.

İlk başta Rus-Alman soyundan gelen Prens Aleksandır Batenberg’in (1879 – 1886)  Bulgar Prensliği ’ne (yönetimine) atandı. Bulgarlar yağlı ballı cennet ırmaklarını akıtmasını bekledi. Rusya’nın “kurtarıcılığın” kısır olduğunu anlayınca da birinci GEÇİŞ DÖNEMİNİ – 8 yıl kısa bir sürdü –  tekme tokat hemen sona erdi.

Bu dönemde feodal ilişkileri kapitalist üretim ilişkileriyle değiştiremedi, çünkü toplumsal gelişmişlik olarak Osmanlı Rusya’dan çok daha ileriydi. Bulgar Prensliği Osmanlının Avrupalılaşan pilot bölgesinde tesis edilmişti.

Bulgarların Rusya İmparatorluğundan alabileceği bir kırıntı bile yoktu. Planlı gerçekleştirilen tek devlet işi Müslüman Türkleri göçe zorlayarak, onlardan kurtulma siyasetini körüklemek olmuştu.

1877-78 Rusya-Osmanlı Savaşı (93 harbi) toplumu öyle yaralamıştı ki, bir türlü pansuman edilememiştir. Prenslik Osmanlıya geri mi döneyim, Rusya’ya mı katılayım yoksa Batıya mı açılayım bocalaması yaşamış, hatta seçim yapıp Geçiş Dönemi yolu bulamamıştır.

İkinci DÖNEM, devlet yönetimi şapkasının Fransız– Alman soyundan olan Avusturyalı kont Ferdinand Sakskoburgotski’nin Bulgaristan Prensi koltuğuna (1887- 1918) oturtulmasıyla başlar.

Bu da yönü olmayan bir GEÇİŞ DÖNEMİYDİ. Çünkü Ferdinand Sofya’ya şahsi hesaplarla, hırs ve çıkarlarını doyurmak için gelmiştir.  Serüvenlerinin büyük hedefinde İstanbul’a girip kendini İmparator ilan etmek hayali vardır. Osmanlı Hanedanına, Rusya Çarına ve Batı İmparatorlarına aynı iki yüzlülükle boyun eğmeye hazırdır.

Ferdinand Bulgar halkına iki defa milli felaket yaşatmıştır.

1913’te Batı Rodoplar’da yaşayan ve kendilerini “Ahreynler” olarak tanıtan Müslüman Pomakların isim ve dinlerini değiştirmiştir. Minarelerini yıkıp camilerini kiliseye dönüştürmüştür. İslami dini kitaplarını, kuranı toplatıp yakarak, başlarındaki fesleri, sarıkları çamura atıp çiğneyerek vs. baskı uygulayandır.  Müslümanlıktan vazgeçmeyenleri ülke dışına kovandır. Türk-Müslüman düşmanlığını devlet politikası yapandır.

Ferdinand’ın başlattığı Bulgarlaştırma siyaseti ülkeyi bataklığa saplamıştır. Halkın sırtına savaş tazminatları yüklemiştir. Önce Prens Ferdinand’ın, 1908’den sonra da Çar’ın tüm hayalleri ve umutları suya düşmüştür.

O, Bulgar kalpağının oğlu Çar III.Boris’e devredip Almanya’ya dönerken, GEÇİŞ DÖNEMİNİN sonsuz bir süreç olduğunu öğütlemiş, ayıların ininde, Bulgarların da gölgede yatmayı sevdiğini anlatmıştır. Bulgar atasözü buna “Gölge döner, yatan döner, günler gelip geçer” demiştir. Bu ikinci geçiş döneminde Bulgar halkı İkinci Balkan Savaşında ve Birinci Dünya Savaşında yenilmiş ve ezilmiş, imparatorluk hevesi midesine oturan Ferdinand halka felaket yaşatmış, asker ve halk isyanlarına sebep olmuştur.

Neden gelip nereye açıldığına sınır olmayan üçüncü GEÇİŞ DÖNEMİ’nde Çar III.Boris (1918-1943) yönetimi alınca monarşi diktatörlüğü kurmuş ve Bulgaristan’ı Hitler Almanya’sının ejderhalar döneme yöneltmiştir.

Bu arada Bulgaristan Müslüman Türkleri ile ilgili çok önemli iki anlaşma imzalanmıştır.

Birincisi Birinci Dünya Savaşından sonra eski kıtaya yeni düzen ve barış getirmeyi amaçlayan 1919 Neyli Anlaşmasıdır.

İkincisi de Türkiye Bulgaristan ilişkilerini dostluk, iyi komşuluk ve barış raylarına çeken 1925 Ankara Anlaşmasıdır.

Bu anlaşmaların ikisi de Bulgaristan’da yaşayan Müslüman azınlığın hak ve özgürlükleriyle direk ilintilidir. Tam olarak uygulan-salardı Bulgaristan Müslüman Türkleri 20.Yüzyıl çekilerinden hiç birini çekmeye bilirdi.

Bunlar ilk yıllarda umut doğuran bir başlangıçtı.

Bulgaristan Halk Çiftçi Partisi -BZNS- hükumetinde Türk dostu Bulgaristan Başbakanı Aleksandır Stamboliyski (1919-1923) döneminde uygulanmaya konan Neyli Anlaşması Müslüman Türklerin eğitim ve kültürel, dini yaşamına geniş olanaklar tanırken, bazı bölgelerde eğitim kurumlarına devlet yardımları da gösterilmiştir.

Ardından gelen 1925 ve 1934 Askeri Darbeleri Ankara Anlaşmasında yer alan azınlık haklarımızın uygulanmasına yol vermemiştir.

Bu üçüncü GEÇİŞ DÖNEMİ Bulgaristan etnik azınlıklarının – Türklerin, Pomakların ve Çingenelerin maddi olanaklarının daraltıp manevi yaşamlarının körletirken, nüfus olarak azalmaları doğrultusunda önemli yol almıştır. Bulgarlar Türk nüfusun manevi gücünden her zaman korkmuşlar ve Bulgaristan’da yeni kuşakları cahil bırakarak onu köreltmeye çalışmışlardır.

Baskılara dayanamayan Müslümanlar Büyük Savaş yıllarında bile Türkiye’ye akmaya devam etmişlerdir. Büyük Savaş yıllarında çekilen kıtlık halkımızı takatsiz düşürmüştür.

Üçüncü Geçiş Dönemi komünist ve faşist cephelerde silah elde çatışmalarla geçerken, Bulgaristan gibi savaşa girmeyen ülkelerde de çok can yakmış, derin korku ve bunalım yaşatmıştır.

İkinci Dünya Savaşından sonra Bulgaristan’ı yönetme şapkası Hitlerin kafasından alınıp Stalin kafasına geçirilmiştir. Yeniden devreye giren Moskova kendi amaç ve planlarına uygun yeni bir GEÇİŞ DÖNEMİ başlatmıştır.

Dördüncü GEÇİŞ DÖNEMİNİN (1944-1989) daha öncekilerden farklı olarak bir kitleleri kör bir hedefe yöneltmiştir. Önce Bulgarlar savaştan sonra daha serbest nefes alabilsinler diye 1951’de 150 bin Türk, ardından da (1969-1978) yılları arasında 130 bin Türk olmak üzere 280 bin Müslüman Türk ülkeden kovulmuştur. İlk yıllarda – hele azınlık aydınları – ülkedeki azınlıklarla ilgili sosyalist devlet biçiminin yıkılan monarşi faşist devletin devamı olacağını kimse duyumsa-yamamış, bu bilince varamamıştır.

Bulgar Monarşizmi yıllarında maddi ve manevi olarak çok ağır yaralar alan Bulgaristanlı Türklerin son manevi kaleleri olan okul ve medreseler, kitap evleri, kültür kulüpleri, taşınmazları, toprak ve dükkanları, üretim araçları, ev hayvanları vb. tümü devletleştirildiğinde çıkmaz kuyunun karanlık dibine itil-diklerinin farkına varmışlardır.

Bu Geçiş Dönemi yok olmaya açılan bir çıkmazdı.

1944 yılından başlayarak Bulgaristan Türklerinin etnik azınlık kurumlarının tümü yok edildi. Cami ve okul encümenlikleri, müftülükler, belediye ve il müftülükleri, diyanet işleri Başkanlığı ve Baş Müftülük, dernekler, kulüpler, sanat grupları ağır ve çok sıkıntılı döneme itildi.

Daha 1956’da açıklandığına göre, bu DÖNEMİN son hedefinde Bulgaristan Müslümanlarını deist veya ateist yapmak, Türkçeyi unutturmak, geleneklerimizi yaşatmamak, töresiz bir sürü durumuna getirilmek, halk yaratıcılığımızın tüm birikimini beyinlerimizden kazımak, kültürümüzün dibine kibrit suyu dökmek gibi sinsi hedefler vardı.

Kimliksiz, dinsiz ve kör cahil köle durumuna getirilip, kanatları yolunmuş kuş gibi ortada bırakılmamız söz konusuydu.

Bu durumdan kurtuluş yollarına 45 yıl boyunca mayın döşendi. Biz yarım asır boyuna çığ gibi yükselen, tayfun gibi şiddetlenen ve kasıp kavuran bir devlet terörüyle damgalanmış siyasi ortamda yaşamak zorunda kaldık.

Bu GEÇİŞ DÖNEMİ “parlak ufuktaki” komünizm kılıfına, eşitlik ve adalet yalanına, sosyalist demokrasi uydurmasına kundaklanmış bir totaliter faşizmdi. Yazılarımızda adına, daha kolay anlaşılması açısından, komünist totalitarizm dediğimiz, gül demetlerine gizlenen komünist zulüm ve terör binlerce Müslümanı toplama kamplarında sürgünde ve zindanlarda çürüttü.

Birbirlerinden ayrı düşmüş ve kör cahillikten, kalemsiz ve yetersizlikten birbirlerine mektup yazamayacak durumlarda bırakılan insanlarımız çilelerin en ağırını bu dönemde yaşadı.

İçlerinde Türklük ruhundan başka her şeylerini feda ettiler, sökülüp yakılmasına dayandılar. Bugün Bulgaristan’da 1959 yılından beri Türkçe ders görmemiş bir kuşak yaşıyor. Manevi kültürel ezikliğin yükünden yere yaslanmış durumdan, cahillikten kurtulmak zorundayız. Bunu başarma yollarını kendimiz bulmalıyız.

Yerimize mıhlanmış durursak ve “beni ısırmayan yılan bin yaşasın” dersek, böyle devam eder ve sonumuz yakındır… Tabi sosyalizmin halk ve insan düşmanı bir toplum olduğunu, kitleleri olmayan bir hedefe kilitlenebileceğini kim düşünebilirdi? Aldatıldık. Milyonlarca insanın gafil avlanacağı kim aklından geçirebilirdi?!

Şunu da ekleyelim. Bu aldatıcı geçiş dönemlerinden her biri Bulgaristan halkına çok büyük maddi ve manevi zarar verdi. Halkın umudu hep kursağında kaldı.

Kırılmalar oldu. Bunalımlar,  çöküş ve facialar yaşandı. Terörle beslenen ve kan kusturan isim, din, kimlik değiştire serüvenlerinde Bulgarlarla etnik azınlıkların arası açıldı.

Kuşkusuz yıllarca beyin yıkayan komünizme Geçiş Döneminde 1964 ve 1976’da vatanımızın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne (SSCB) 16. Cumhuriyet olarak katılması öneri ve atılımı, aynı zamanda şiddetlenen azınlıklara karşı kültürel ırkçılık, ayırım siyasetleri çok ağır ve kapanmayan yaralar açmıştır.

1944-49 yılları arasında ülkede 164 toplama ve iş kampı açıldı.

Farklı düşünenlerin hepsi içeri atıldı. Büyük sayıda Türk’ün de içeri atılıp çalıştırılması, suçsuz insanların eziyet görmesi sıkıntı, sarsıntı, ruhsal bunalım, duraklık ve infial yaşatmıştır. Bunların sonunda 1970-1984-1989 trajedisi, verilen şehitler, yaralılar, öksüz kalan çocuklar, dağlara tırmanan korku, 350 binimizin 3 ay içerisinde sınır dışı edilmemiz unutulabilecek olaylar mı? Bu sökülme 3 milyonu ardından sürüklerken hala durdurulamıyor. Bugün de Bulgaristan’dan çıkanlar geri dönenlerden çok fazla. Köylerde bir yılda bir çocuk doğmuyor. Okullara kırlangıçlar bile uğramıyor.

Bulgaristan Türklerinin 1989 Mayıs Ayaklanması zaferi, toplumsal ruhumuzun siyasi nitelik kazanması ve her Türk’ün zekâsına işlemesi,   Sosyalist sistemin çökmesi, Berlin Duvarının yıkılması, Sovyetler Birliğinin dağılması 4. GEÇİŞ DÖNEMİ masalını da neticede Bulgaristan tarihinde bir azınlık isyanının siyasi sistemi devirmesi simgeledi.

72 bin direnişçinin hem altyapının hem de üst yapının değiştirilmesini isterken kendisi tankların zincirleri arasına atması, kurşunlara göğüs germesi asla unutulamaz. Bu olaylar, sosyalizmin bir Geçiş Dönemi falan olmadığını, gelişmiş sosyalizm, komünizmin beşiği ve başka uydurmaların halkı kandırmak ve uyutmak için pazara sürüldüğünü görmeyen kalmadı.

Böylece 100 yıllık bir yalan dünyada yaşayan Bulgaristan halkı hiçbir hedefe ulaşmadan, ne kapitalist ne de sosyalist refah toplumu kurmadan yüz üstü kaldı. Moskova tarafından yönetilen toplumun da çöktüğünü dünya gördü.

1990 yılına kadar GEÇİŞ DÖNEMLERİ siyasi taktik ve stratejide ana kavram değildi.

Ne var ki, 1990’dan başlayarak beşinci GEÇİŞ DÖNEMİ başı olmayan, sonu görünmeyen bir gelişim yolu olarak çizildi. Yol haritası, durak ve virajlarını gösteren harita yayınlanmasa da Bulgaristan halkı yeniden yola düştü. Seri yalanların bilincine varan Batı dünyasını boyladı.

3 milyon vatandaşımız geri gelmek istemiyor. Avrupa’nın en sefil, en yoksul, en cahil ve en umutsuz ülkesi haline gelmişiz. Daha önceki GEÇİŞ DÖNEMLERİNDE böylesi görülmemişti.

Bulgaristan kâğıt üzerinde de beliren nüfus boşluğunu 100 bin Makedon’a Bulgar kimliği vererek, 60 bin Ukrayna ve Moldova’da yaşayan Bulgarlara kırmızı pasaport sunarak vb. doldurmak istiyor. İnsansız devlet olamaz. En küçük devletin nüfusunu bilmiyorum, ama biz gözümüzün gördüğü yana akmaya devam ediyoruz, geri dönmek istemiyoruz, eriyoruz. Bu bir GEÇİŞ DÖNEMİ değil, yok oluş dönemine benziyor.

Toplum parçalanmış durumda. Herkes hükumet sofrasına oturmak istiyor.

Bu sofraya oturan mutfak işlerini yönetmekten hemen el çekiyor. Şimdi bu işler Avrupa Birliğine, NATO ve Amerikalı himayecilere devredilmiş durumdadır. Rusya da iç işlerimizden el çekmek istemiyor. Sigortaya bağlı olan elektriğimizi, doğal gazımızı, benzinimizi ele geçirmiş ve üstüne odun-kömür yakmayın hava kirliliği yapıyorsunuz, gevezeliğine başladı. Karadeniz sahillerimize çörekleniyor. Anlaşılan niyeti hiç de geçici değil.

Biz bu geçiş dönemlerine alıştık. Onlar bizim yok olma yolumuzun kilometre taşları. Bulgarlar da aynı tuzağa düştüler ve onlar da yok olmayı seçtiler. En kötü olansa yakınlaşmamızdan ve el ele vermemizden korkmalarıdır. Geçiş Dönemleri bizi birbirimize düşürdü.

Kaderimiz ve sahilimiz Bulgaristan’dan kopabilir. Dünya Bankası memleketimiz altı eyalete bölmüş ve Karadeniz kıyılarımızı Rus Bölgesi olarak işaretlemiş. Bu da 28 yıldan beri devam eden son GEÇİŞ DÖNEMİNİN en kötü ürünüdür.  Birlik olalım, birlikte mücadele edelim ve kendimizi ezdirmeyelim.

Her buluttan yağmur yağmadığı gibi, GEÇİŞ DÖNEMLERİ de yüz güldürmedi. Bundan böyle yalana dolana, kuyruklu uydurmalara gerek yok.

Bizim artık 140 yıllık mücadele birikimimiz var ve bundan öte sahte liderlere ve başkalarına hizmet eden programlara inanmaya son verelim. Bizim işimizi yine bizim kendi insanlarımız yapacaktır.

Okuduğunuz için teşekkür ederim.
Dostlarınızla paylaşmanızı da arzu ederim…

Reklamlar