Osman BÜLBÜL

Tarih:    26 Mayıs 2017

Konu: Ah, o eski Ramazanlar

Sahura çağıran ses hüzzam makamıdır. Recep, Şaban derken Ramazan geldiğini haber verir. İlk sahur gecesindeyim. Yalnızım. Viyana’dayım. Ruhumu büyük bir özlem sardı. Ramazan zamanın sultanıdır da, hiçbir anı geri getiremez. Ancak zamanların en güzelidir. İnancımızda, oruç tutan cennete davet alır. Hayat yolumuzda kader üstü kader olduğundan iyi ve kötüyü sanki kendimiz yaratırız. Öyle olmasa bile kendimizi suçlamayı  hatta başkasının suçunu yüklenip dolaşmayı severiz.

1939 doğumluyum. Kuşağımın cennet anlayışı Ali Baba ve Gül Baba gibi evliya masallarındaki gül bahçeleriyle bezenmiştir. Yeryüzündeki en büyük gül bahçeleri cennetinde doğdum da, gül denince aklıma gelen evimizin kapısıdır. Kemerinde sarmaşık güllerden kırmızı çelenk açardı. Cilası aşınmış duvar kiremitlerden, rengi olarak her bahar maviye seçen sümbül salkımlar gelen geçene selam esirgemezdi. 70–80 yıl öncesinden söz esiyorum.  Bugüne kadar ne güllerin ne sümbüllerin rengi değişti, ne de insan sevgisi… O zamanlar bizim köyde her şeyimiz herkese yetiyordu. Güzelliğine kıyıp kimseciklerin dokunmadığı sümbüller gözlerimin önünde! Geçmişe, gelmiş geçmiş diyenler aldanıyorlar. Bugün nedir? Geçmişten süzülen ve ruhumuzda yaşayan bir damla, belki de hafızamızda bir zar. Bu, öyle bir damla ki, hiçbir şeyini değiştiremezsin, zar desem çap canlı bir gül yaprağı. Güzellik altın gibi, hafızaya gömülünce eskimiyor, yılların suyunda yıkandıkça parlıyor.

Şu da ilginç, herkesin hayat damlası farklı! Kimisi büyük, kimisi ufak! Ruhsal zenginliğimiz işte bu damlanın özünde gizli. Bu öyle sonradan büyütülebilen ya da küçültülebilen bir şey değil. Örneğin gül kokusunu büyütebilir misiniz? Rengini değiştirebilir misin. Hayır. Neyse o. Hem de tüm renk tonları insanı aynı derecede mutlu ediyor. Bunları anlatmamın nedeni bu sene Ramazan’ın baharın bütün renklerde hayat bulduğu günlere rastlamasındadır. Oturmuş, ah şu eski Ramazanlar diyorum.

Dedem, babam ve ben köy camisine birlikte giderdik. Namazlıklarımızı sağ omuzlarımızda götürürdük. Namaza dedemin sağında durur, büyüklerin ayarınca tüm kurallara ben de uyardım. Gül kökünden oyulmuş tespihi elinden düşmeyen dedemin dizi dibinde dinlediğim ramazan sohbetlerine doyum olmazdı.

Tük köy halkı gibi avlumuzdaki asırlık kestane de Ramazan’a hazırlanırdı. Dallarımın altına kurulan sahur ve iftar sofralarına çiçeklerimden dökülmesin diye tedbir alırdı. Çiçeklerini birkaç günde döker, yapraklarını diker ve gururlanma faslına geçerdi.

Görkemli gölgesinin yarısını kapsayan taş çevreli sığı havuza su vermeye tam da o dönem başlardık. Su kesilmese de havuz yaz boyu dolmazdı. Bu ayrıntıyı anlatmamın nedeni, yağışlı ve rüzgârlı olmayan Ramazan gecelerinin kestane altına geçirmiş olmamdandır. Çok eğlenceli unutamadığım gecelerdir. Su içmeye doymayan dev ağaç meyvelerini özenle büyütmeye üşenmezken, onları daha süt halindeyken kalın ve dikenli kabuk içine saklar, dikenlerden korkmadan kabuğu çatlatan kestanelerin pat pat düşmesi ve toprağa gömülme arzusu dikkatimi çekerdi.

Ramazanda kestane altı bizim misafirhanemizdi. Ramazan geldi hoş geldi havası bütün kapıları açardı. Yalnız evlere değil, avlulara, bahçelere, asma altlarına kurulan divanlara ve bizim kestane altına serilen hasırların üzerine atılan döşek ve yastıkların üzerine kurulan sofralara neşe gelirdi. Konuşmalar manileşirdi. Saz tambura dile gelir. “Bu aya hürmet gerek, Nimete şükür gerek, İmamdadır saadet, Bunu böyle bildik mi?” diye başlardı. “Dere coşmuş çağlıyor. Dağı duman bağlıyor. Zengin olsa ne fayda, Fakir kardeş ağılıyor.”  Gece boyu dönen çark kendiliğinden dönmeye başlardı. Ramazanda köyümüze vaadi köylerden ve Balkan ardından çok misafir inerdi.

Ramazan gece sohbetlerinde sıkça işitilen sözler rahmet ve bereket olurdu. Oluşan huzurlu havada hırs ateşi sönerdi. Fukaralar fukaralığını unutur. Gelenler ne kadar kalabalık olursa olsun, herkesin kısmetiyle geldiği kabul edilir ve sofralar ve sevgi saygı dolup taşardı.

Bereketli gecelerde herkes adım adım Bayrama hazırlanırdı. Bayram sabahı unutulmasa gereken unutulur, af edilmesi gereken bağışlanır ve köy hayatı sanki yeniden doğardı. Ben Ramazan namazına gitmez gül kemer önünde dedemi ve babamı bekler el öper ve bahşiş alırdım.

O hatıralarımda, eski ve zamanını yaşamış olanın bir heykel gibi devrildiğini, orucun serin bir rüzgâr gibi geldiğini ve içimde bir ilham dağının doğduğunu hissediyordum.

Savura çağıran davul. Davulcunun kadife sesindeki saygı! Evlerin bir nurlu neşeyle canlanması! Dualarla gelen gönül rahatlığı! Ve bugün içimdeki yurdumdan, köyümden, akrabalarımdan, o eski ortamlardan uzak kalmanın gamı. O eski duygularımla yaşadığım için, mutluyum, çok şükür.

Aslında biz Bulgaristan Türkleri için Ramazan ayı, bu defa rastladığı Mayıs ve Haziran ayları, gülüp eğlenme ayı olmaktan fazla, gözyaşı dökme ayıdır. Benim Viyana’ya çıkmak zorunda kaldığım 1989 Mayısında biz Ramazanlarımızı serbestçe yaşamak, orucumuzu tutmak, ezan sesimizi dinlemek, davulcumuza, çocuklarımıza, soframıza, gül ve sümbüllerimize sevinmek, fitremizi vermek, çocuk ve torunlarımızı sevindirmek için birçok şehit verdik. Büyük Göçle bilinmez acılar yaşadık. Parçalandık! 1950’de, 1976’da ağladı benim neslim, 1989’da bir daha gözyaşı döktü. Yaralar kapanmadı. O gün bugün acılar bitmedi.

Ve ben bugün sizden uzakta sahurumu, orucumu, iftarımı, gönlümü açıp doya doya dua etmeyi özledim, Ramazanlarımızı özledim. Günahtan arınmış, başı dik, gözlerinde nur, yenilmez ruhlu kardeşlerimi, hepinizi, halkımı özledim.

Uzak da olsam sizden! internet dünyayı köyümüz yaptı. İzliyorum olup biteni. 19 Mayıs Cebel şehitleri anma töreninden resimleri gördüm. “Misyon”da çıkan yorumları okudum. Neyi paylaşamıyoruz anlayamadım. “Belene” kampında da öyleydi. Toplama kampından kazançlı, subay çıkma heveslileri vardı. Orada birlikte mısır çapalarken önümüze çıkan çene, diş, kaburga kemiklerini, sağımda solumda sarı ve soluk benizli kardeşlerimi hatırladıkça, bugün olup bitene anlam veremiyorum. Bizden olmayanlar, davamızdan su almamış tipler başa geçtiler. Kime hizmet ettiklerini bilmeden danışlı dövüşerek hainlik ediyorlar. Bölünmemiz çok kötü oldu. Ömründe hafiyelikten başka doğru dürüst bir iş yapmamış, 4 kitap okumamış, koğuş kokusu solumamış kişilerin nasıl olur da haklı davamıza ton verebildiğine şaşıyorum.

Ortam tahlili,  Herkes Türkçemizden korkuyor. Türkçe konuşmaktan korkuyor. Kardeşlerim kürsüye çıkıp da Türkler önünde Türkçe konuşmayan bir kişi, bizim Türklük davamız için mücadele, kavga etmez, ne şehit ne de gazi olur. O mitingde, Türkçe konuşulmadıkça hiç kimse Türklük uğruna hislenmez, kükremez. Büyük bir isyanın yıldönümü bu kadar sönük ve soluk, anlamsız ve durgun anılır mı? Domuz köftecileri Türklük uğruna şahlanmaz… Mitingkler mide doldurmak için değil ruh beslemek için yapılır. Oruç tutanın Müslüman ruhunu beslediği gibi…

Büyük mücadeleler sabır işidir. Sabır tohumları gün gün ekilir. Anma törenleri mahşer gibidir. Mahşerde duygular fikre ve meyveye dönüp dökülür. Biz 28 yıl önce Cebel gayrına ne ektik ve bugün ne biçiyoruz? Nerede o isimlerimiz, dinimiz, dilimiz, adetlerimiz, dedelerimizin kefensiz gömülmesine karşı isyan edişimiz!  Şeytan ruhunuzu esir mi aldı. Nedir paylaşılamayan, daha fazla yaranma gafletine düşmüşüz, bu günah af olmaz!

Bir ömür, cennet nerede? Gülde, sümbülde ya da kestane dallarında mı diye düşündüm. Oruç bozarken hangi gece cennete mekân seçilir diye hayal ettim. İçimde hep gökleri arayan bir ses vardı. Cennet sanki ışıktaydı…

O ses bana cennet insanın doğup büyüdüğü, sevdiği, ıslah ettiği yerdir dedi hep.

Şunu da düşünüyorum vatandan ve yakınlarımdan uzakta. Başka birinin hakkına uzanmakla asla mutlu olunamaz. Başkasının vatanı ve cenneti gasp edilemez. Dünyada neyin hayır ve neyin günah olduğu kitabı henüz tam olarak yazılamamış gibi. Kanımca, en büyük hainlik yalnız bir halka ve onun haklı davasına ihanet etmek değil, bir de onu bölmek, geleneklerini ve yaşam tarzını, bayramlarını yok etmeye çalışmak, geçmişini unutturup geleceğini köreltmektir. Bir kır menekşesi bir saksıda açabilir, fakat orman saksıda yetişmez. Ağaçların boyları kökleri kadardır. Tek ağaçlı orman olmaz. Burada tekim. Yani hiç bir şeyim. Kendi kendimle konuşuyor, hatıratlarımla yaşıyor ve daha güzel bir gelecek özlüyorum. Eğer bu umut cennetse onun vatanım olduğuna inanıyorum. Ormandaki ağaçların birbirini aradığı gibi ben de uzakta da olsam sizinle yaşamaya çalışarak, sizin için dua ediyorum. Biz Türkler burada ne köyüz ne kasaba. Yalnızlık çok acı bir gerçek. İlk sahura böyle duygularla hazırlanıyorum. Allah kabul etsin!

Bugün kalbim daha yakın Allah’a!

Reklamlar