Neriman KALYONCUOĞLU

 

Tarih: 04 Mayıs 2017

Konu:  Türkçemiz ve Türklüğümüz Nazım Hikmet’siz olamaz.

Büyük şairler, toplumun aydınları, halkın sesiyle yazan ve her satırıyla halkını anlatan bir ozan, asla ölmez. Nazım Hikmet’in gözleri kapanmadı. Kapatılamaz. Kapanmayacaktır! 1951’de memleketimize geldiğinde köy köy, kasaba kasaba dolaştı. Yüz binden fazla insanı vatansızlığa sürükleyen göçü durdurdu. Bulgaristan Türklüğü daha önce böyle bir zekâ, böyle bir iyilik, sonsuz bir umut ve böyle bir güç görmemişti. Karanlıktan kaçan insanlarımızın önüne daha önce hayal edemedikleri bir aydınlık çıktı. Onun halkımızla kucaklaşmasıyla yer yarıldı karanlık battı. Halk, Nazımla yaşamaya başladı.

Bulgaristan üçüncü kez Bulgaristan olalı, Nazım ilk defa Koşukavak’a gelmişti. Otelin balkonunda konuştu kapkara farece denizine ve başları mantılar gibi ona bakan kitleye. O güne kadar hiçbir zaman ve hiçbir kimse bu kadar açık konuşmamıştı dinleyenlere.

Gitmeyin diyordu, gitmeyin!

İnsanın doğduğu yerdir cennet.

Bulgaristan üçüncü kez Bulgaristan olalı 8 cilt Türkçe eser basmamıştı Sofya’da.

Berrak bir su gibi içiyordu insanlarımız Nazımı. Bir Nazımlaşma yarışıydı alıp giden.

Nazım okuyanlar aydınlandı. Nazım güneş görmüş parlayan zümrüt gibiydi.

Deliorman’da Başpehlivan Lütfü Ahmet’le yan yana oturdular. Aynı çeşmeden su içtiler.

Birisi kalemle öteki bilekle,

Ne mutlu Türküm diyene dediler.

Nazım kara denizimizi gördü.

Bu denize neden kara, “Neden kara demişler acaba?” diye sordu.

Karanlığın arkasından gelen aydınlığı görüyordu. Ufuk ağardıkça sevilmek istiyor.

İnsan elleriyle okşanmak istiyordu. İnsanlar gidince aydınlığı kim sevecekti!

Nazım “Demir Baba Tekkesi”ne uğradı. Beş parmak suyundan içti. Babanın demir ayakkabılarını gördüğünde “Demir Baba gibi yürüyelim! Halkımızın yardımına koşalım.” Sönen ruhlara Türklük aşılayalım. Sazlarımız çalsın, gönüller umut neşe dolsun” dedi.

Sonra duvardaki şeytan gözlerine baktı. Aramızdaki şeytanları bulalım ve gözlerini oyalım, diye mırıldandı.

Nazım Deliorman’a Baktı. Bu ne Orman Denizi! Bu ne bereket! Bu ne güzellik! Bu ne ilham! dedi. Gözleriyle Şeyh Bedrettin’i ve müritlerini, Börklüce’yi gördü. İnsan kardeşliği dünyasını yaratmaya kanatlanmış akıncılar ordusunun nal sesleri geldi kucağına.

Bu topraklar büyük insanlar vatanıydı. Bastığı toprak kabardı. Düşmüş dallar üzerine bastıkça çıkan çatırtı tarih öykülüyordu. Yoktu dünyada böyle bir yer. Kendi koruyucusunu, kendi önderini, dünya şampiyonları doğurup eğitip yücelten, bütün şanını devlete bahşeden bir eşik ve beşikti burası. Bu topraklar dostluk, eşitlik, özgürlük ve kardeşlik mayalanmıştı. Allahın bereketi bunaydı…

Nazım orman kadar denizimizi, deniz kadar ormanımızı ve en fazla da insanlarımızı sevmişti.

Onu karşılamaya, görmeye gelen kızlarımız kınalı, doğurdukları çocukların adı Nazım, ruhları Nazım’dı. İsimlerimiz değiştirilirken Nazımların yerine verilecek bu kadar büyük, bu kadar yürekli ve bu kadar dolu bir isim bulunamadı. 1989 Mayısında isyan edenlerin yarısı Nazım, öteki yarısı da Hikmet’ti. Üzerlerine atılan kurşunlar ne Nazıma ne de Hikmet’e işledi. Nazım tanklar üzerine çıktı ve sonra meydanlara doldu ve “Ben yanmazsam, Sen yanmazsan, Biz yanmazsak, Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa” diye ANT içti. Nazım bir çıraydı. Hürriyet savaşçılarını toplayan ve yüreklendiren, ilhamı sonsuz bir yükselişti.

Nazım bir insandı. Onun zamanında Bulgaristan faşizmi toprağa gömmüş, totalitarizm ise henüz doğmamıştı.

Daha sonraki yıllarda başkaldıracak olanlara onun peşin öğüttü şu olmuştu:

O duvar, o duvarınız… vız gelir bize vız!”

Nazımın yapıtlarındaki insan manzaralarını Abidin Dino çizdi.

Nazımı en güzel çizen Balaban oldu.

Bulgaristan’da tük okul ve okuma yurtlarının hepsine “Nazım Hikmet Okulu” dendi.

Nazımı ezberleyen gençler Nazımcı oldu. Türkçenin en güzelini konuştu.

Onun verdiği kavga Hürriyet Kavgası, sevdiği saçlar saman sarısı, ölmesinler dediği çocuklar dünya çocuklarıydı ve suyun aynasında hepimizi görmek istiyordu.

1957’de yine geldi Nazım. O zaman hava yeniden kararmaya ve kurşun gibi ağırlaşmaya başlamıştı ve Nazım bizi şöyle anlattı:

Dikili Taşlar

Düştük Varna’dan, bre dilber aman, Sofya yoluna.

Yol boyu ceviz.

Kokusu kına, kokusu yeşil.

Yol ceviz değil bre dilber aman, biz cevizdeyiz.

Yolda rastladık ölen kayalar mezarlığına.

Vardık yanına.

Yüce mezarlık.

Taşlar, dağılmış cesettir, yarat.

Taşlar dikilmiş durur ayakta.

Çürür ayakta,

Yüreklerini yel oyar gider.

Bir böyle kader, bre şahin aman, ben bilirim ben,

Bu nasıl kader!

Kımıldamadan toz toprak olmak…

Bir acı firak, bir kara duman, bre şahin aman.

Bu nasıl kader!

Bir böyle keder,

Böyle, gülüm.

Bir bana malum…

6 Haziran 1957, Varna

Ve Nazım her zaman kaderin ucunda gayret olduğuna, insan gayretiyle her şeyin daha iyi, daha güzel ve hayatın da daha yaşanası olacağına inanırdı.

Nazım, 54 yıl önce “ben gidiyorum!” demeseydi ve bugün Bulgaristan’a bir daha gelip bizimle soframıza otursaydı:

Çocuklar, çok yol kaybetmişsiniz!

Ben size söylemeye unutmuşum.

Özgürlük beyaz gömlek gibidir.

Ara sıra yıkanması gerekir.

Kimse ıslanmak, ovulmak istenmez ama,

Yıkayıp paklanmadan beyaz gömlek bir daha giyilmez.

Kırgınlıkları aşın, yıkanmak eleştiri makinesinden geçmektir,

Yıkanıp kurumak yani eleştirilirken sevilmek

Özgür olun çocuklar.

Özgürlük açtıkça kokusu sevilir.

Derdi.

Yine beyaz güvercinler uçtu bu sabah.

Selam götürdüler Nazıma, Nazıma ve Türk halkına.

Barışa ve Dünya halkları kardeşliğine…

Reklamlar