Neriman KALYONCUOĞLU

Tarih: 27 Nisan 2017

Konu:   Sofya Fransızca konuştu.                                          

Batarken de ısıtan Nisan güneşi, Sofya Milli Kültür Merkezi Kitap Evine götüren yol boyunca açmış çiçeklerden ayrılmak istemiyor, kendiliğinden oluşan duygusal ortamda fışkırdıkça coşan şelalelerin senfonisini sanki dinliyordu.

Suyun şarkısı bir zafer senfonisi gibiydi. Duygularımda bir de bir soydaşımın Türkçe yazdığı ve Fransızca tanıttığı bir kitabın etkisi harmanlanıyordu.

Bilinen yazar Nedim Gürsel alkış tufanı arasında salona girerken sırtında ağır bir Sorbonne edebiyatçısı yükü taşıyor gibi ağır ağır yürüyordu.  Onu bir ünlü yazar olara değil,  “93 Harbinde” nenesi Şumnu’dan göç edenlerin kafilesiyle ta Gaziantep’e erişen soydaşlarımdan biri olarak görüyordum. Kader yolunu izlemek isterken, ilkokulu Balıkesir’de okuduktan sonra, lise yıllarında İstanbul Galatasaray lisesinden yetkinleşen ve hayat dalgaları arasında boğuşurken Paris’te duran, 66 yıl ip gibi uzayan bir yol görüyorum. Saçları ağırmış, tellerinde yazarların eserlerini kafalarında yaratığı okunuyor. Eserin doğduğu ortam mı, yoksa yazıya döküldüğü mekan mı daya önemli olduğu üzerinde bir fikrim yok.

Nedim Gürsel, Sofya okurlarına “Şeytan, Melek ve Komünist” eserini tanıttı. Romanı Bulgar diline kazandıran Rozalina Samoilova aynı tabloyu farklı renklerle çizen bir yaratıcılıkla çalışmış. 1453’te komünist olmasa da, şeytan ile meleğin birleşiminden doğan simaya Bulgarca “Fatih Mehmet” adını vermiş ve kapağa sultanın resmini koymuş.

Bulgar Ulusal Televizyonu edebiyat programı sunucusu Angelov, tatlı bir edebiyatçı diliyle tanıttığı yazar Nedim Gürsel için bir “Bulgaristan Dostu” dedi, eseri içinse herkes tarafından okunursa bakış açılarımız değişecek ve birbirimizi daha iyi anlayacağız diye konuştu.

Üstün olanın ortak bakış açısı olduğuna inanmasam da, aynı değerlerde buluşan insanların birbirine karşı daha saygılı davrandıklarına inanıyorum. 14 devletin ve 50’ye yakın, hepsi kadim millet ve etniğin yaşadığı Balkan Yarımadasında “Balkan Yaratıcıları” ödü sahibi olmak ise, soydaşımız için ne kadar onur vericiyse, bizim için de aynı derecede gurur vericidir.

Sorbonne hocası Nedim Gürsel Fransızca konuştu. Soy ağacının kökleri bu topraklarda olan bir Türk yazarı Fransızca dinlerken salondakilerin nefes kestiği dikkatimi çekti. Sonunda uzun bir kuyruk oluştu. İmza için bekleyenlerden her biri Nedim beyden sanki yaratıcılık mayası çalmak için yakınında biraz daha kalmak istiyor, elini sıkan boynuna sarılıyordu.

İyi edebiyatın milletsiz oluşu, ne güzel! Tarihi, usta kalemden içmek, yıllandıkça olgunlaşmış bir şarap içer gibi bir şey. Bağını soran yok. Çünkü Nedim Gürsel’in kahramanı 600 yaşında, en iyi bağdan koparılmış bir salkım olsa, o gün bu gün o bağın kökleri kim kaç defa yenilenmiş. Gerçek ne kadar eski ve derinde olursa olsun, iyi olan iyidir. Her sabah yeniden doğan güneşle ilk günkü gibi yeniden açar. Sevilen hep sevilir. Sevenler kıskanır. Bu kıskançlıkta bir mutluluk tınısı vardır ki, içimine doyum olmaz.

Ben bu kitap tanıtımında BULTÜRK – BGSAM edebiyat gecelerini anımsadım.

Kitabı alanların hepsi imza için kuyruğa durmuyorlardı. Bizde “yazarın imzası yazdıklarıdır” görüşü hakım. Biz hepimiz tütün tarlası çocukları olduğumuzdan bildiklerimizde “tutan fidanın yeri değişmez” vardır.

Yazarın imzası, basılmış kitapta hiç bir şey değiştirmez. İnancımız budur.

Dernek başkanımız Rafet Ulutürk “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” eserinde kendini ve bizim ortak davamızı, aynı çizgide yürürken düşüp kalkmamızı, hayat deneyimlerimizi kitaplardan değil mücadele yolundan toplayışımızı ve Türk dünyası içinde çok önemli bir öz olduğumuzu anlattı.

İnsanın bir kitabı okurken içinde kendisini bulması mutluluk veriyor. İki hafta önce İstanbul’da tanıtım gecesine katılanlar “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” içindeydik. Subaşına durmuş ve su aynasında kendimizi gördük. Bu öyle bir ayna ki resme yeni birisini sokmak ya da resimdekilerden birisini çekip çıkarmak mümkün değil. Aramızdaki yüzde yüz dürüstler, kararsızlar, fedakârlar, gizli iş yapanlar, dönekler, hainler hepsi suyun aynasında. Ulutürk onları birbirinden ayırmaya ve davamız için yararlı olanlara işaret etmeye gayret etmiş…

Yazar Gürsel, aynayı tarihimizin 600 yıl derinlerine tutmuş. Roma dediğimiz Bizans devrinin kapanmasında ve Osmanlı çağının açılmasında bir kişinin rolünü gün ışığına çıkarmış.

Rafet Ulutürk ise, 50 yıldan beri Türk kimliğiyle yaşayabilme kavgamızı derin ve enine boyuna Dünya Türklük alemine yaymış, gezip gördüğü her yere bizden bir şeyler taşırken, gittiği yerlerde bizden bir şeyler bulmuş. Türklük özünün içindeki sönmez mücevherin ortak nimetimiz olduğunu göstermeye çalışmış. Bu nimeti Türkistan’da yaratan ve müritleriyle

Dünyaya yayan Ahmet Yasevi’yi anlatışı ilgi çekici olmuş. Timur ve Selçuklular zamanından

Günümüze uzanan ev sahneler, Orta Asya bozkırlarından çekici öykülere eserinde yer vermiş.

Şimdiye kadar yazılıp çizilenler, 20. yüzyılda dinin ateizmi yenmesi,  21. yüzyılın ilk yarısında İslam’ın eski kıtada galebe çalacağı haberleri dinamik esere renk katmıştır.

Bu uğraşın yere emin basmamıza, sert adımlarla yürümemize ve başarılı olacağımıza bir teminattır. Bu adımlar bizim kendi atılımlarımızdır. Bugün de Türklüğü yaşatıp yüceltmek tay durmaya çalışan bir köylü çocuğuna dikenli ve çamurlu yollarda yürümeyi, öğretmek kadar zordur. “Çocukluğum” bölümü geçen yüzyıl aştığımız bu çağın hatıratıdır.

Ardından Rafet Ulutürk de kendisini Kırcaali’de ve bütün Bulgaristan’da yanan devrim ateşi ortasında bulmuştur. Tutuklandık, hapislerden geçtik, mezarsız gömüldük, dilimizi yuttuk ama anadilimizi unutmadık, Allah evinde ibadet yapamadık, ama inancımızdan vazgeçmedik,  minareler diktik fakat ezan sesi işitemedik sözleri o ateşli çağın gençlerinden hepsi için söylenebilir.

Şimdi Kırcaali’den bir milletvekili çıkaracak kadar oy alamayan “DOST Birliği” liderlerinin şahlanamamasının nedeni, o temeller atılırken halk arasında olmamalarında gizlidir.

Hepsi geçti. Ne kadar kötülenmiş, ne kadar eleştirilmemiş ve ne kadar öz eleştiri yapmış olursak olalım, ortada büyük bir gerçek var. Biz 27 yıldan beri Bulgaristan çatısında bir kiremidiz. Söküp atsalar atamazlar, çünkü çatı akar. Kırmak isteseler bile kıramazlar, çünkü çatı yine akar. Gerçek budur. Artık Bulgaristan öz ve biçiminden ayrılmaz oluşturucu bir parça olduk. Biz yok olursak ne öz ne de şekil kalır. Gerçek budur.

Rafet Ulutürk “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” kitabından Bulgaristan Türklerinin toplumsal çatıya çıkış güçlüklerini açmış. Türklerin siyaset sahnesinde rol alışını anlatıyor. Katıldığı, örgütlediği, yönettiği olayları detayına giriyor. İnsan hak ve özgürlükleri uğruna başkaldırımız; kitle olarak hareketlenişimiz, köylü ve kentlinin aynı dava saflarında yer alması; kısa sürede 50’den fazla legal ve illegal örgütte kenetlenme sayfa sayfa canlanıyor. Okul görmeden dava eri olup ön saflara geçişi, kitleden oyun kuranlar fışkırması, haklı dava alaylarında sıra düzenlerin yiğitliği, kahramanlık yılları anlatıyor. Parlayan devrimci ruh tek yürekte kenetlenirken, kitlelerin kendi önderlerini bulması çok ilginç bir olaydır. Gözleri kırpmadan can feda eden kahramanların isimlerini veriyor. 1989 Mayıs ayaklanmamız! Totaliter düzenin,  Jivkov diktatörlüğünün yıkılmasındaki rolümüz! “Berlin Duvarı”nın yıkılmasına olan öz katkılarımız! Belki de, 21. yüzyılda yeniden yazılacak Avrupa Tarihinde Bulgaristan Müslüman Türklerinin en ağır eziyete dayanıklı, kahramanlığı dillere destan, tarih değiştiren, ayaklanan, örgütlenebilen, isyanda kurbanlar veren ama yılmayan bir halk topluluğu olduğu olduğunun altı çizilecek.

Bu öyle bir anlatış ki, artık 24 ülkede, bütün Türk dünyasında biliniyor. Bizi bilmeyenler öğrendi. İşitmeyenler işitti. Şimdi onlar bizimle, biz de onlarla gurur duyuyoruz. Çünkü bir bütünden parçalarız. Bu gerçekler, Türk Gençlik Dünyasında bir Bulgaristan Türkü bölümünde anlatılmış.

Türkiye’den, Türklükten,  dil, din, örf ve adetlerinden koparılmak istenen bir halkın diriliş öyküsü var bu tarihsel ve güncel siyasi ve sosyal anlatımda. Eserin ikinci bölümünde Bulgaristan Türklerinin kimlik sorunları işlenmiş. Konuda olay yeri diye bir şey yok.

Türklük davamız dünyanın her yerine, yüzlerce görüşme, basın toplantısı ve kürsüye taşınmış. 20. yüzyıl boyunca doğduğu köyde yol, içme suyu, anadilinde okul, okuma yurdu vb hala olmadığından 21. yüzyıl gerçekliği olarak da anlatırken, yazar “Bulgaristan’ın Türk bölgelerinde hayat çoktan durdu” demeden okuru hayatın gerçekten durduğuna, taş kafaların egemen olduğuna, normal günlük hayatın tüm dallarda alıp verme işlevini yitirdiğine işaret ediyor, toplumu uyarıyor.

70 yıl anadilde eğitim veren okul kapısı açtırmayan köy ve mahallerde bugün okuma yazma bilmedikleri için seçme ve seçilme hakkına saldırılar, yurtlarından kovulan insanların geri dönme eğiliminin engellenmesi, sınır kapılarında dövüldüklerini vs yaşlı gözler insanı düşündürüyor.

Memlekette faşizm baş gösteriyor. Artık işçi ve köylü olarak iki sınıfa değil, Bulgarca biliyor ve bilmiyor, okuması yazması var yoksa yok gibi kategorilere ayrılıyoruz ve öyle kötüleniyoruz ki, onların bir oyunun 10 sayılmasına razı olmaya adeta zorlanıyoruz. Bu gidişle birisi dünya için ikincisi de okuma yazması olmayanlar için olmak üzere, iki anayasaya da razı olmamız istenebilir.

Bir ağacın orman olmadığına inanan Rafet Ulutürk, Bulgaristan Türker’ini, sayıları 1 milyonu aşan soydaşlarımızı dünya Türklüğüne katarken, Türk olmamızda belirleyici rol oynayanlara, İslam dinini benimsememizdeki öncülere, dünya uygarlığında başı çekmemizi sağlayanlara eserinde önemli yer ayırmış. Türklük yaratma ve yaşatma davamızın aziz ataları önünde saygıyla eğilirken, bugün her zamankinden fazla bir özveriyle onurumuzu,  namusumuzu, dilimizi, dinimizi ve uygar dünya anlayışımızı yeniden üretebilmemizde emeği geçen ve katkısı olan her Türk’e, STK’larımıza, özellikle de Türkiye devleti yöneticilerine teşekkür ediyor. Türklüğümüzün son kalesi Anadolu’dur.

Türklüğümüzün son, güçlü ve alınmaz yenilmez kalkanı Türkiye devletidir.

Türk halkı gibi, Türk devleti ve Türk ruhu da sonsuza dek var olacaktır. Bu kesin inanç, Rafet Ulutürk’ün her satırında hayat hakkı kazanmış ve okurlarımızın kimliğini belirleyen dünya görüşü olarak bakış açısına dönüşüyor. Eserin hem soydaşlarımız arasında hem de Türkiye’de büyük ilgi görmesi, kendimizi, özümüzü açan yeni eserlere açlık olduğunu ortaya koydu.

Coğrafi alanı yeryüzünün üçte birine yayılan “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” eseri, sıradan bir anlatım değildir. Algılanmış ve beyaz kâğıt üzerinde işlenmiş olaylar, kopyalanmış, başka bir eserden çalınmış, başka birisinden işitilmiş de anlatılmış özelliklerin hiç birini taşımadığı için doğru olandır, nesneldir ve her olay fotoğraflarla görüntülenmiş ve kanıtlanmıştır. Kitapta iç dokulardan biri olan BULTÜRK faaliyetleri, yaşanan ve anlatılan tüm olaylara, canlı izlenimlere “Bulgaristan Türklerinin Sesi”, “bghaber.org” ve “bulturk.org.tr” ve başka yayınlarda yer verilmiş olması, kişisel olayları anında topluma mal etmenin parlak bir örneğidir.

Seri olaylarla yarım asır geri uzanan eser,  Bulgaristan, Bulgaristan Müslüman Türkleri, memleketin siyasi, sosyal ve kültürel hayatında yaşanmış olaylarla anlatıldığından dolayı, bitmemiş bir kavganın sanki dün başlamış bir öyküsüdür. Eserde sivrilen kişilerden çok, oluşan, gelişen, patlayan ve sonra yeniden dirilen olaylar var. Yazar, anaların çocuk doğurduğuna, toplumların ise sosyal olaylara gebe olduğuna inanıyor.

Satırlar arasında el sallayan sosyal süreçler bu gebeliği ve doğumu yönetmeye hazır öncülere işaret ediyor. Biz şimdi, şu an kendisine telefon açsak ve “Bulgaristan’da durumlar nedir?” diye sorsak, yüzde yüz o bize  “seçim yapıldı, doğum oldu, anne ağırı sızı içinde, çocuk acıktı, fakat annesinin süttü henüz gelmedi” türünden bir yanıt verecektir.

 

Toplumsal olayların nabzını tutmayı öğrenmek isterseniz bu kitabı mutlaka okuyunuz!

Rafet Ulutürk’ün oyun kurucu vasıflarını görmek isterseniz kitabı hemen okumaya başlayınız.

Bulgaristanlı Türk kimliğinize yeni bir ayar kazandırmak istiyorsanız yine kitabı bulun ve lütfen okuyun. Bir köylü çocuğunun hayatını diyalektik yazar süzgecinde görmek istiyorsanız yine okuyunuz.

Bir sivil toplum örgütü lideri işlerinin gece gündüz bitmediğini, toplantıdan toplantı, panelden açıkoturum, seminerden toplu çalışmaların nasıl doğduğunu ve olayların bir çığı topu gibi yuvarlandıkça büyümesini izlemek istiyorsanız Rafet Ulutürk’ü okuyunuz.

Bir de, bir göçmen derneğinin geveze bir çocuk gibi olduğunu, gece gündüz ilgi istediğini, BULTÜRK’ün göçmen kitlesinden şerefli doğuşunu, gelişerek hepimizi kucaklayışını, Büyük Türkiye seferine ayak uydurmasını, hangi faydalı ve gurur verici işleri nasıl yaptığını bilmek istiyorsanız, “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” eserini ara sıra açmayı ihmal etmeyin.

Bu kitapta, BULTÜRK’ün diğer derneklerden neden farklı bir STK olduğunu, liderinin neden sevildiğini de bulabilirsiniz.

Bir de şu var.  Hiçbir kimse başka birinin evladını alıp götüremeyeceği, aşıramayacağı, anasından babasından soğutamayacağı gibi Bulgaristanlı Türklerin dernekleri içine köstebek sokup onları içten oyarak ele geçiremeyeceğine de inanmak istiyorsanız yine “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” eserini okuyun lütfen.

 

Nerden başladık, nerelere geldik. Ne var ki, yazarken bir yandan da aklım Nedim Gürsel’in şeytanında kaldı. Dalgasız deniz olmadığı gibi, siyasi ve sosyal yaşam da, meleklerin huzur limanı değil. Büyük bir atılımın başındayız. Değişen Türkiye’de yaşıyoruz. Bilgisayara bakıyorum. Mutlaka okunması gereken ne 101, ne 5001 ne de 1001 kitap listesine Nedim Gürsel ile Rafet Ulutürk’ü almamışlar. Aslında almaları gerek. Çünkü onların eserlerini okumadan ne Osmanlının derinliğini ne de modern medeniyette Türk Dünyasını ve Bulgaristanlı Müslüman Türkleri göremezsiniz. Biz çok mu önemliyiz. Dünya tekerrürden ibaret oldukça önemli olmaya devam edeceğiz. Çünkü dünyanın en büyük imparatorluğunu biz bu topraklarda kurmuşuz. Dünya’da Mazlum Halkların bizden beklentisi var.

 

Başka bir gerçek de şudur. Kitaplarımızın okunmasından korkanlar var. Çünkü bizim söz ettiğimiz, yazdığımız şeyler ele kucağa sığmayan kocaman şeyler. İki eserdeki ruhun taşıyıcısı da, dünyanın en büyük, en derin, en renkli ve en yüce ruhlu halkıdır. Türklük, Osmanlı derinliği, satı birkaç defa ileri geri çekmeden bir ucundan bir ucuna varılamayan Türk ruhunun yaşadığı dünya anlatılmış. Çok kısa, çok özlü anlatmaya çalışsam da dünyayı yarım öğrenmek ve yarım sevmek gibi bir şey olamaz. Tatmakla doyamayan insan, yarım sevmekle mutlu olamaz. Türk dünyasını daha öğrenmek hepimizin olmazsa olmazı olmalıdır.

Aynı yolda birkaç adım daha ilerlemek istiyorsanız, Rafet Ulutürk’ün “Türk Dünyası’nda Bir Bulgaristan Türkü 50 Yıllık Mücadele” eserini baştanbaşa yeniden okuyunuz.

Son sayfayı kapamadan yakınlarınıza önermeyi ve paylaşmayı da unutmayınız.

Yazarlar insanların kardeşleridir.

Şimdi artık 2 yeni kardeşiniz, ağabeyiniz, yol rehberiniz daha var.

Reklamlar