Raziye Çakır

Konu: Bizim için yazılanlar.                            

Bir işin başına bakma sonuna bak demişler.

Bu işlerin çok eski fıkraları vardır.

Bir av köpeği yakaladığı tavşanı bir taraftan ısırıyor, diğer taraftan yalıyormuş. Bunun üzerine tavşan sormuş: “Bir taraftan ısırıyor, bir taraftan yalıyorsun. Düşmanın mı yoksa dostum musun? Karar ver,”

Bu durumu her gün yaşıyoruz. Fakat bu işin sonunda iş bitiren hep it olsa da,

Bulgaristan’da kararsızlık dönemi sanki bitiyor.

Trafikte üç aracı birden sollayıveren Hak ve Özgürlükler Partisi Kostendil milletvekili Bay Sali (Türkiye’den gelen soydaş oylarıyla seçilmişti) trafik polisi “DUR!” deyince de “Sizi görevden aldırırım” cevabını vermiş ve bak sen başına gelene… Baş Savcı Tzatzarov Parlamento Başkanlığından onun “dokunulmazlığının kaldırılmasını istemiş.” Son dönemde, Ahmet Doğan işleri Karadayı’ya havale edeli, ortam karıştı. Karadayı, polis devletinin ne olduğunu bilmediğinden, memlekete faşizm geliyor cümlesini kullanmaktan korkuyormuş.

****

Bu Ramazanda çok masal anlatıldı. Dinlediklerim hep öğretyiciydi.

Duvardaki çivi.

Vaktin birinde çabuk ve kolay hiddetlenen bir çocuk varmış. Bir gün babası ona bir torba çivi vermiş ve öfkelendiğinde çivilerden birini duvara çak, demiş.

Birinci gün oğlan 37 çivi çakmış. Giderek huzur bulmuş ve duvara çaktığı çivilerin sayısı da git gide azalmış. Bu arada çocuk öfkelenmemenin çivi çakmaktan daha kolay olduğunu öğrenmiş.

Yavaş yavaş hiddetlenmemeye alışan çocuğun günleri çivi çakmadan geçmeye başlamış. Bu iyi haberi papasıyla paylaşınca, babası ona, şimdi de çaktığın çivileri duvardan çıkar, buyurmuş. Günler geçmiş ve çocuk büyünmüş. Bir gün duvardaki son çiviyi de çekip çıkarmış.

O zaman babası oğlunu elinden tutmuş ve duvar yanına götürmüş.

—Aferin, söylediklerimi istediğim gibi yapmışsın, demiş. Fakat bir de şu duvara bak. O hiçbir zaman eski durumunda olmayacak. Birisine kötü söz söylediğimizde, şu delik deşik duvarda olduğu gibi, iz bırakır. Birisine bıçak sapladığımızda, ardından ne kadar esef ettiğimizin hiç önemi yoktur: yara kolay kolay savmaz iz kalır.

Söz yarası bıçak yarası kadar derindir. En büyük zenginlik dostluktur. Dost dinler, över, birlikte girilecek kapılar açar. Dostluklar korunmalı ve ağır sözlerle yaralanmamalıdır.

***

Yem olmayalım.

Şu masal biraz da bizi anlatıyor:

Aslan ve Üç İnek

Beyaz, siyah ve kahverengi üç inek, aralarında üç kız kardeş gibi anlaşarak, dış boyu yemyeşil çayırda kardeş kardeş yaşıyormuş. Gündüz birlikte otlar, geceleri de yan yana uyuyorlarmış.

Bir gün çayırın kenarından bir aslan geçene kadar hayatları sorunsuz geçiyormuş. Aç olan aslan saldıracak bir av arıyormuş. İnekleri gördüğünde gözleri parlamış fakat üçüne birden saldırmak kuraldan değilmiş. Yatmış ve ineklerden birinin yakın geçmesini beklemiş. Bekleyişi boşunaymış, iki üç gün yanında geçen olmamış.

Aklına bir kurnazlık gelmiş. İneklerin yanına yaklaşmış, onlara selam vermiş ve şöyle defam etmiş:

  • Nasılsınız, güzel dostlarım benim? İyi misiniz? Ne zamandan beri sizi düşünüyorum da, sağlığınızla ilgili bilgi almak üzere uğrayamadım yanınıza işlerimin yoğunluğundan. Bugün her işi bir yana itip gidip ilgileneyim, dedim.

Kahverengi inek cevap vermiş.

  • Beyefendi, gelmeniz bize nur getirdi ve otlağımız aydınlandı.

Beyaz ve siyah inek kahverengi ineğin söylediklerinden çekinmişler ve onun safdilliğine üzülmüşler. Aslanın onu aldatabileceğini düşünmüşler. Çünkü kahverengi inek aslana inanıyormuş. Onlar, aslanın kendilerine de muhtemel kurban olarak baktığını düşünmüyorlarmış.

Her geçen gün kahverengi inek aslana daha yakın olmaya başlamış. Diğer ikisi, kız kardeşleriyle konuşmak ve onu uyarmak isteseler de nafile.

Bir gün aslan kahverengi ineğe şöyle demiş:

  • Sen de görüyorsun ki, bizim rengimiz biraz koyu, beyaz inekse açık renk. Sen, açık

renklerin koyu renklerin tam aksi olduğunu bilirsin. Bu yüzden, renklerimiz arasında fark olmaksızın, mutlu yaşamamız için, benim beyaz ineği yemem iyi olacak.

Kahverengi inek aslanın sözlerini hiç şüphe etmeden kabul etmiş ve yırtıcının beyaz ineği rahatça yiyebilmesi için siyah ineğin dikkatini başka tarafa çekmeyi başarmış. Kahverengi ve siyah inek tatlı tatlı sohbet ederken, yalnız kalan beyaz ineğe saldıran aslan, kurbanını parçalayıp afiyetle yemiş.

Aslanın beyaz ineğin kalın kemiklerinin sonuncusunu da iyice kemirmesinden sonra çayıra uzanmış yatarken, kahverengi inek etrafında otluyormuş. Birkaç gün geçince aslan yine acıkmış ve kahverengi ineğe seslenmiş.

  • Evet, Efendim. Demiş kahverengi inek.
  • Bizim rengimiz kahverengi ve siyah bize uymuyor. Ben siyah ineği yesem,

Bu vadide aynı renkte yalnız ikimiz kalacağız ve çok mutlu olacağız.

Kahverengi inek razı gelmiş ve biraz uzaklaşmış. Aslan siyah ineğe saldırmış ve onu da parçalayarak yemiş. İçi içine sağmayan kahverengi inek mutluymuş. Otlar üzerinde yuvarlanıyor, seviniyor ve “Aslanın renginde olan yalnız benim” diye sırıtıyormuş.

Birkaç gün sonra aslan homurdanarak gelmiş ve:

  • Kahverengi inek neredesin, demiş.

Korkudan titreyen kahverengi inek çayırda belirmiş ve:

  • Evet efendim, deye cevap vermiş.
  • Bugün senin günün, gerekli hazırlıkları yap, seni yiyeceğim.

Dehşete düşen kahverengi inek:

  • Ama neden, Beyefendi ben sizin dostunuzum! Bana dediklerinizin hepsini yaptım. Beni neden yemek istiyorsunuz?

Ağır ağır hırlayan Aslan:

  • Senin dostluğun beş para etmez! Aslanla ineğin dost olduğu nerede görülmüş! Demiş.

İnek 40 dereden su getirse ve ballı sözler dökse de fayda etmemiş ve aslan üzerine atlamış.

Kurtuluş olmadığını gören inek son olarak bir hak kullanmayı talep etmiş ve:

  • Aslan Efendi, beni yemenizden önce, müsaadenizle üç defa haykırmak istiyorum,

demiş.

  • Olur, ama çabuk ol! Olmuş aslanın yanıtı.

Kahverengi aslan şöyle haykırmış:

  • Beyaz ineğin yendiğin gün ben de yenmiştim. Siyah ineği yediğin gün de yenmiştim. Ben, aslana inandığım gün yenmiştim.

Aslan kahverengi ineğin işini tez elden görmüş ve sonra şöyle demiş:

Ben bu çayırdaki işimi bitirdim, şimdi başka yere gitmeliyim.

Bu masal, çok anlamlıdır ve “Ayır buyur” felsefesine tercümandır. Memleketimiz Bulgaristan’da gelişen olaylarla ilgili olarak özel olarak seçilmiştir.

***

Ramazan ayında bizde açılan yeni konulardan biri de cennet ve cehennem arasındaki fark üzerineydi. Bu konuda anlatılan fıkralardan biri de şudur:

Tanrıyla Birlikte Yapılan Ziyaret

Efendilerden biri Tanrıyla sohbet ederken şöyle der:

  • Allah’ım, izninizle, ben Cenneti ve Cehennemi görmek istiyorum.

Tanrı ayağa kalkmış ve misafirini yan yana duran iki kapalı kapı önüne buyur etmiş.

Kapılardan birini açmış ve konuk içerisinde göz gezdirmiş. Odanın ortasında büyükçe yuvarlak bir masa duruyormuş. Masanın ortasında içi kızartılmış et parçalarıyla dolu büyükçe bir tava varmış. Etlerin nefis kokusunu alan ziyaretçinin iştahı kabarmış.

Görüntü bu olsa da, masanın etrafındakilerin çehresi açlık çekenlerinki gibi solgun ve bitkinmiş. Bileklerine sapı çok uzun olan birer kaşık bağlıymış. Onlar bu kaşıklarla tavadan et parçası alabilseler de, sap çok uzun olduğundan ağızlarına götüremiyorlarmış. Hazret, onların çekisini görünce, can acısından titremeye başlamış.

  • İşte bu gördüğün cehennemdi, demiş Tanrı.

Ardından ikinci kapıya yönelmişler. Kapı açılınca, karşılarına çıkan sanki tamamen aynı oda ve ortammış. Yuvarlak büyük bir masa ve ortasında taze kızartılmış et parçalarıyla dolu bir tava. Konuğun iştahı yine kabarmış. Uzun saplı kaşıklar buradaki insanların da bileklerine bağlıymış, fakat hepsinin yüzü güleç, sıhhatlerinin yerinde olduğu gözlerinden ve şakalaşmalarından belliymiş.

  • Anlayamadım, demiş Hazret.
  • Her şey çok basit demiş, Tanrı: Buradaki insanlar ellerindeki uzun saplı kaşıklarla

birbirlerini beslemeye alışmışlar. Bunun için açlık çekmiyorlar.  Birbirlerine uzattıkları lokmalar onları daha da yakınlaştırıp yardımlaşmalarına gerekçe oluyor. Bu yüzden de hepsi yalnız bedenen değil, ruhen de memnun ve mutlu. Cehennemdekiler ise, lokmaları birbirlerinden kıskandıkları için yiyemiyorlar ve açlık çekiyorlar.

Bu masaldan çıkaracağımız sonuç şu olabilir. Her birimiz yakınımızdakinin hayatını cehenneme veya cennete çevirebilir. Biz bu olanaktan yararlanarak dünyamızdaki yaşamı Cennet edebiliriz. Bu,  anlaşmaktan ve paylaşabilmekten geçer. Bunu yaptığımızda Cennet gibi Hayat sözünün tam anlamını anlamış oluruz.

Reklamlar