Neriman ERALP

 

“Ay’a sordular:

‘Neyi istersin en çok?”

Cevap verdi:

Güneş’in kaybolmasını, ve ebediyen

Bulutlarla örtülü olmasını.”

 

Biz en iyi duygularımızı dile getirirken hep: “Güneşli günler yakındır!” deriz, oysa güneşi istemeyenler de var.

Babam evden çıkarken “Yüreğimin büyük bir parçasını Bulgaristan’da bırakıyorum ve Bulgaristan’dakilerin dostluklarını beraberimde Türkiye’ye götürüyorum!” demişti. Çok küçüktüm ve kapımızın eşiğini aşarken takılıp düşmeyeyim diye elimden tutup bana yardım ederken elinin terden sırsıklam olduğunu hiç unutamadım. Bu soğuk bir terdi. Annem bana, soydaşlığa alışırken bazı ılımlı gecelerde,” evimizi yaparken baban taşları kendisi kesti, yonttu, çap taşlarına çok büyük özen gösterdi,” sözlerini gidip gelen hatıralarda yüzer gibi dalgalı bir sesle anlatırdı.

İçimden resim yapmak geldiğinde bezi gerip, palete boya sıkıp fırçamı alırken elime, hep odalarından birinde doğduğum, ninnileri içinde dinlediğim, kimsesiz öksüz kalan evimizi çizmek istedim. Ne kadar da çizsem, bu evin o ev olması için babamın ellerindeki nasırların altından çıkan enerjiyi, annemle baş başa verip yuva kurma hayallerini, bu yuvanın içinde yaşayan insan sevgisini sanki çizemiyorum. Pastellerin hangisi sevgi rengidir ve hangi karışımla elde edilir, çap taşlarının açık yeşili bahçemizde açmış güllere ne güzel yakışırdı, o renkleri bulamıyorum. Yıkılan bir dünyayı yeniden yaratmanın olanaksızlığına inanmak istemesem de yapamıyorum. Olanak ile olanaksızlık arasında bocalıyorum. Ruhum yapışacak dal bulamıyor. Hani güneş batınca karanlık basar ya, hani biz özel bir şafak beklesek de, ertesi gün doğan günün nasıl olacağını ne de yapsak kestirebilmemizin  imkansız olduğu gibi bir şey….

Bir de boyalarımı bir bir üstüne sıkarken annemin usulca yanıma sokulup kocaman gözleriyle bakışı var! Konuşmadan bakar annem. Bu bakışta hep bir bekleyiş vardır. Bir umut fışkırır sanki gözlerinden. Sesiz konuşan o bakış, “hani gelirken beni günlerce arabanın altında tutmuşlardı, sen de bana yamanmış, ağılamaktan tükenmiştin, benim de sana verecek hiç bir şeyim kalmamıştı ve dudakların çatlamasın diye gözyaşlarımla ıslattığım bürgümü küçük dudaklarının kenarcıklarına hissettirmeden dokunduruyordum, onu çizsene, diyor gibime geliyor…diyor mu demiyor mu bilmiyorum da o sesiz konuştuğuna ve ben de sesizliği dinliyorum ve dermiş gibime geliyor. Ama diyor, çünkü hiçbir anne en kçtü olanın tekrarlamasını istemez….Kötü ise tekrarladıkça unutulmaz, unutulmadıkça da kendine yaşam ortamı bulamaz. İyi ama ben çizemiyorum, çünkü o zaman çok küçük olduğundan acının rengi yarasını açamamış belleğimde….işte böyle karmakarışık bir şey….

 

İnsan bazı şeylerin dönüşünü yaşamak istemiyor. Öyle de olsa, ne yaparsam yapayım içimde kötü bir göç kokuyor. Bulgaryalı olmanın getirdiği bir koku bu. Sanki domuz kotrasından gelmişiz.  Oysa ben babamın ve enemin anlattıklarından orada pırıl pırıl insanlar bıraktığımızı biliyorum.  Şu ayrılık var ya! Ayrılık bazı şeyleri hafızadan siliyor. Bunun olması için hafızanın kuru temizlikçiye verilmesine gerek yok. İnsan ruhu perdeleniyor. Bunun gözlerin perdelenmesiyle bir ilgisi yok. Gıdasız ve besinsiz yaşayan ruhun perdelenmesi çok kötü! Bu, bilgisayar belleğinden istemediklerini silmek gibi bir şey de değil! Ruh neyi sileceğini kendisi seçiyor. Belleksiz kalmak çok kötü! Ben küçük geldiğime Bulgaristan’da güz ve kış hatırlamıyorum. Oradaki karın rengini, soğuk mu sıcak mı, bilmiyorum. Bilmediğim bir şeyi de hatırlaya mı yorum.

İnsanın geçmişine yani belleğinin içine bakan üçüncü bir gözü olduğunu işitmiştim. Hafızayı düzenleyen zarlarını üst üste dizen, hepsinin aynı kokuyla kokmasını sağlayan işte bu üçüncü ışıkmış! O, geriye ya da derine bakan gözle görülen bir olmayandır.  Geçmişsiz, dostluksuz, vatansız ve hatta umutsuz olan!  Hafızamızda kökleri olmayan bir umut olsa neye yarar, nasıl yeşerip dallanır ve nasıl kanatlanıp uçar, onu anlatır bize üçüncü gözümüz. O düşünme gözü gibi bir şeydir. Onun da ne yiyip ne içtiği belli değil, ruh gibi bir şeydir.

Bir de şu iyi  ve kötü olanın yan yaan kardeş kardeş yaşarken devamlı birbirini yemesi yok mu? Bizim de başımızı yiyen bu olmadı mı. Eskiden Bulgarya dilinin yüzde kırk ikisi Türkçe sözlerle uyumlaşmışken, sözlerimizi çıkarıp atmaya, söküp çiğnemeye başlamadılar, diş olsa genç yaşta dişsiz kalacaklar, atılan hep bizim sözler oldu ve doldurdular dillerine nereden ne buldularsa ve tutturmadılar mı, siz de sökün Türkçenizi dilinizden diye. İnsanın dili hafızasıdır, belleğidir, beynidir, ruhu, hayal ve emelleridir. Dili olmayanda özlem olur mu? Sevdalansa ve dile gelemese iş olur mu? Gönül şarkı ister. Karanlık gecede bulut mu arıyoruz? İnsanın dili ağıcın beli gövdesi gibidir. Ne kadar kalın ve yüksekse o kadar güçlü kuvvetlidir. Dalsız yapraksız yani kültürsüz, edebiyatsız kalırız da gövdesiz yani dilsiz kalınmaz. Sözle, bakışla, dille anlatılanı resim edemezsin, en iyi boyaların da olsa çizemezsin,  geçmişimin renklerini bulup resmedemiyorum işte, bu kadar karanlık bir geçmişin emelleri de olmuyor, ışık karanlığın özünden çıksa da, aradığım yeni renk çıkmıyor çalıştığım renklerin özünden.

Yaratan ana renkleri yaratırken siyahı kendine saklamış, sonra belki de bulamazlar, aman çok zorlanmasınlar, kendilerini işlerine güçlerine versinler diye geceyi yaratıp bize hediye etmiş. Herkese bol bol ve istediğinden defalarca fazla karanlık vermiş. Umutlarımızı karanlığa saklamış. Birer birer çıkıyorlar diyeceğim ama insan emeği olmadan bir yerde umut bitmiyor. Şafakla dünyaya umut değil hala ve hep problem yağıyor. Onları çözdükçe ise umut bitiyor. Olacak ya öteki dünyayı karanlıktan sonra yaratmış, renklerini gizli ve gizemli olduğundan onu çizmeye, resmetmeye kimsenin eli varmıyor. Üst üste çizenler var ya, onlar da bizim o gizemli rengi aramamız için sıvıyorlar kat kat üstüne.  Sonra ay konuşturmuş, ona da günün yarısı yetmiyormuş gibi, bütün güneşi karartmak istiyor. Sanki herkes karanlığın peşinde! Bizde de parası olan yeraltı sığınaklarına, kalın duvarlı, korumalı, demir kapılı saraylara, zindanlara saklanıyor, son günlerde büyük bankacılar bile gidip savcılığa, polise teslim oluyorlar. Dört yanı su olan adalara gizleniyorlar. Şu korku dediğin öyle bir şey ki, onun da rengi yok. Hürriyetin de rengi yok. Bu yüzden tüm hürriyetler sizin deyenler bizi aldattılar. Bize bir şey lazım değil deyenler de yalancı. Çünkü şu demokraside hepsi sandıktan çıkacak renkten korkuyorlar. Korku dağları korur diyenler haklıymış. Senin değil benim rengim çıksın sandıktan diye para saçanlara bakıyorum ve “seçim zaferi” denen meletin de rengi yok da fiyatı neden bu kadar yüksek diye düşünüyorum. Sandık içinde boyalar karışmadıkça çıkan hep geçmişin rengi olacak, diye düşünüyorum. Ah şu aradığımız rengi bir bulabilsek!

Bu işler bir kaynarcadan fokurdayarak çıkan suyun denize döküleceğim diye sevdalanması gibi bir şey, kendisi mi akıyor, akarken gözyaşı mı topluyor, denizi bulamadım diye kendisi mi ağılıyor, yeni yeni çığlık mı atıyor, onu da bilen yok, öğrenmek istesek de öğrenmenin yolu yok. . Annemin bürgüsünü ıslattığı ve çatlayan dudak kenarlarıma sürdüğü birkaç son damla, sanki en değerli olan. Son günlerde biri “hürriyet içinizdedir” demiş. İçimizde olsa ve doğum esnasında boğulup ölmemişse, 25 yılda çıkardı!. Fiil fiilken 24 ayda doğuruyor. Yavrusu 350 kilo ama doğuyor. Bizim hürriyet ne kadar büyük ki, hem içimize sığıyor, hem de çıkamıyor. Biz ömürlük gebe miyiz yani?! Yoksa ayılar gibi kış uykusu esnasında mı doğuracağız. Ağrısı sızısı, barış çağırışı olmadan bu iş olmaz!  Biz Alman karısı mıyız? Onlar dişini sıkıp fırlatıyorlarmış.. yok, yok, olmaz, oyun bozanın işi gitmez…

İnsanlar neden böyle, neden kurallara uymuyorlar? Bize evde okulda, öğrettiklerinle  hep hayatını planla, amaçlarına yönel, hedeflerini gerçekleştir demediler mı!? Bir de şu hayattan ne beklediğini bil meselesi var. Sanki kabaran ve kararan buluttan yağmur beklerken, başımıza yağan hep tolu değil. Şu, azim ve disiplin sayesinde yapamayacağın şey yoktur da saçmalık. Görüyorsunuz bizimkiler çekiler ateşinden geçmişler, ayaklanmışlar, kurban vermişler ve sonunda ortak bir ateşte birleşmişler ve bu ateşte ısınanlar başkaları oldu. Tuzağa düşürülen biz değil miyiz? En büyük tuzaksa,  şu bizim 500 bin kişi halinde memleketimizden kovulmamız. Ne güzel be, kov insanları ve otur mülklerine. Onlar bizim havamızı soluyorlar. Havamızı soluyorlar.  Havamızı istiyoruz, havamızı! Baharda açan gelinciklerin rengini istiyorum. Yaz aylarında kavun kokusunu!  Hava için isyan eden yok. Su kavgaları, kadın kız için savaşlar olmuş da, hava için kan dökülmemiş henüz. Belki o günler de gelecek. Ruslar bizim orada havayı konserve etmeye başlamışlar. Havamızı para ödemeden konserve ediyorlarmış. Bu Japonların kış ayları için yaz sıcaklığını konserve etmeleri gibi bir şey. Nerelere geldik! Belki ben de vatan sevgimi konserve edeceğim. Ve bunu yapma yeteneğine sahip olduğuma inanıyorum.

Sanat, resim çizmek, en yanık bir sesle ağılamak, gözyaşlarının en irilerini dökmek, benim ustalığımın yanında beş para etmez. Ben Vatanımı konserve edeceğim! Ben o toprağı çok seven ve kaybeden bir nesilim! Kaybettiğimizi ve emel ettiğimi konserve edeceğim kalbime! Ne ekmek ister ne su, yaşasın istediği kadar, zaten aynı özlemle yaşayan ruhum da orada birleşsinler çiftleşsinler ve kaybolan eski ile olmayan geleceğin anıtını diksinler. Neden olmasın ki!

Ay, güneşle kavgalıklı, karanlığı arıyor. Ben de kavgalıklıyım geçmişimle, çünkü koptu benden. Ay karanlığı arıyor yeni bir gün mayalamak için. Ben ne arıyorum söylesene! Ben arada kaldım. İki arada kalmak çok zor bir şey! Güzelin güzelini aramak da boş iş, çünkü her yerden hem aya ve hem de güneşe olan mesafe aynıdır. Bizden uzaklaşan ve bize yakın gelen hep onlardır. Onların da derdi, büyük, güneşin ışığı, ayın da karanlığı konserve edecekleri yer yok. İsteseler de istemeseler de mutlaka göndermeden edemiyorlar bize. Öyleyse biz neden almayalım geleceğimizi istediğimiz yerden ve istediğimiz renklerle istediğimiz pazardan. Bugün bizim Pazar kapalı olabilir ama yarın mutlaka açılacaktır. Mutlu gelecek sergide olacaktır. Güneşli günler yakındır. Gelecek de geçmiş gibi ne kadar büyük olursa olsun, bazen küçülüyor küçülüyor ve sivrildikçe sivriliyor da insan yüreğine birden saplanıyor. Yazımı böyle bir anda yazdım. Kanadıysa özür dilerim.

Reklamlar