Seyhan ÖZGÜR

 

Selam olsun Lütfü arkadaş, selam olsun.
Bundan böyle maskeler çabuk düşsün.
Bellekler unutma hastalığına düşmesin.
Kimsenin askeri olmayan sıra neferlerine selam olsun.

 

Biz etnik bir problemdik Lütfü arkadaş,

Etnik olan unutuldu, selam olsun.

Sayende ekonomik ve politik olduk,

Sen neymişsin be arkadaş, selam olsun!

 

Şirini verdik, damat oldun Lütfü arkadaş,

Serseriydin, vekil oldun helal olsun.

Soframıza aldık, açtan tok oldun

Hak ve hürriyet davasına lider oldun, helal olsun.

 

Gizli yolunda Çankaya Köşkü varmış selam olsun

İnsan tükürdüğünü yalar mı, be lider arkadaş,

Dün “soy kıran” bugün dostun, selam olsun.

Sen yağıcı değil misin!?,  Lütfü arkadaş!?

 

 

Şimdi HÖH partisinin gelmişine geçmişine saldıranlar var ya!!?

Onlar bir zamanlar en fazla HÖH-cü olanlardı.

Onların arasında bizi ilk günden lanetleyen Lütfü Mestan ise, lider oldu.

HÖH ve ilkelerine en fazla sahip çıkanlar, önüne gelenin HÖH’e olan bağlılığını sorgularlardı. Koğuş narında, “Belene” kampından, sürgünde acı çekmiş, şiir yazmış, hepsi kahramandı. Her şey değişti değişti de adamlar yine de adam gibi adam kaldı.

Döndükçe dönenler ayaklanmış ama arkalarına kimsecikler takılmamıştı. Gördüklerine sen Ahmet Doğan’ı tanır mısın diye soranlardı. HÖH bir dava partisiydi. Kimse üzerine toz konduramazdı. Dava buharlaştı. HÖH kaldı. Hainler lider oldu.

 

Yıllarca nedense Lütfü’yü soran yoktu? Çünkü en HÖH-cüler hiç umut etmediklerimizdi. Zaman geldi ant içtiler. Zaman geldi yemin ettiler. Zaman geldi birbirlerine düştüler, parçalandılar, sonra yine beraber yediler, ajanlık ettiler, göz çıkardılar. Bir kümeste bir horoz kavgası, bizde daha ilk günde başladı. Hakaret ettikleri yöneticilerin gözüne girmek için ne kadar adam yıpratıldı, çelindi, süründürüldü, kovuldu, “haindir” dendi. Kimin ne olduğu asla bilinemedi. İyi olandan da kuşkulanmak haklarından yalnız bir tanesiydi. Kullanma sınırı yoktu. Her şey oldu da cezalandırılan asla olmadı.

 

Öteden beri haklı olan, her işe saldıranlar olur ya!!?

İşte onlar, daha o zamanlar kafamızda beliren en ufak demokrasi, adalet ve hürriyet sorularına tepki gösterenlerdi. Susup susup nereye gittikleri bilinmeyenler en tehlikeliydi. Onlar yağı gibi üste kalmak isteyenlerdi. Onların ve Bulgarcacıların başında gitmek isteyenlerden biri de  hep bizim Lütfü oldu. O zaman genç ve toydu. Hiç düşünmeyen ve hep ayni şeyleri anlatanların da iyi yaşadığı küçük yaşta dikkatini çekmişti. Zengin bir babanın kızını tavlamak da yollardan biriydi. Hayatta mutlaka çalışmalı diye bir şart yoktu. İşleri yapacak meraklı boldu. Önemli olan dışa şekil vermek ve kimsenin anlamadığı sözlerle konuşmaktı. Yalan söylemek serbestti.

 

Yetiştiği yıllarda BKP, KPSS, SSCP ve daha birçok isim asla eleştirilemezdi. Türklerin yaptıkları hep kötü, Bulgar ise davranışında hep haklıydı. Adalet diye bir şey olsa ona yol kalmazdı. Adaletsizliği yaşatmak da bir yaşam biçimiydi.  Bulgar’ın yaptıkları sorgulanamazdı. Lütfü de ortaçağ rahipleri gibi ortalıkta dolaşıp aforoz edecek birilerini aramayı kendine meslek edindi. Oysa onun ne iş yaptığını bilen de yoktu. Az mı can yaktı. Kürek mahkûmları gidip geldiler. Cezasını çekenler geri döndüler. O da yola düşüp Moskova’da “hacı” olmaya sevdalıydı, ama çıkaracak göz bulamadı.

 

Hak ve Özgürlükler Hareketi kurulmuştu onları önce Türk milliyetçiliğiyle kınadı. “İslamcı, ayrılıkçı, etnikçi” dedi. Git gide hiçbir şey demesem de olur, fikrine vardı. Etnik sorunlardan korktu. Böyle bir şey yok böyle bir şey deyip hepsini aştı. Dört elle tutulduğu kural inkârdı. Türkçeyi inkâr etti. Tayyib Erdoğan’dan başka hiçbir kimseyle Türkçe konuşmayacağına yemin etti.

Önce Türkçesi yetersiz olduğundan ceza aldı. Sonra borcunu ödedi. Sertifikalandı. Zaten her şey ezberinde olduğunda, Türkçesine birçok Fransızca kelime soktu. En çok sevdiği söz “para” oldu. O da Fransızca olduğundan dikkat çekmiyordu.

 

Partili olduğunda önce adam olmanın yolu nedir?, derdine düştü. Osmanlı “soykırım” yapmıştı, kimse kabul etmek istemiyordu. O birkaç imza attı, tanındı. Yol birden açıldı. “Adam oldu” dediler. Elinde para oynadı. Sakal saldı. Umreden dönmüşlere benzedi. Hacılar hep aynı kitaptan anlatanlardı. O kitabı bilmediğinden, birkaç anlaşılmaz söz daha öğrendi. Ezberinden konuşurken kitleye konuşuyorum havasına girip etrafına bakındı. Hiç kimsenin hiç bir şey anlamadığını anladığında artık boş konuşma hastalığına yakalanmıştı. Derken çok beğenildi. En iyi Bulgarca konuşan vekil oldu. Ardında virgülleri koyan ve nerede durması gerektiğini işaret eden bir Bayan Profesör buldu. Bulgarca Profesöründen Spor Bakanı yapacak kadar iktidar sahibi olabildi.

 

 

Nasıl geliştiği sır kaldı. Çünkü ne komünist, ne sosyalist, ne yeşiller ve Çarcılar arasında yıllar yılı yer bulamamıştı. Bulgarların arasında keçi sakal tipler pek tutulmadığından önce işi çözmekte zorlandı. Bir ara aklından sofu Müslüman olayın fikri geçmedi değil, ama cami yolu uzak geldi. Ararken işi ve derdi olmayan ama her işi tıkırında olan bir parti buldu.

Dedesinden kalma bir söz vardı. “Öküze öküz demek yok!”

Hak ve özgürlük arayanlara asla yüz vermek yok, formülünü icat etti.

Buluşunu geliştirdi: “Özgürlük İçinizdedir!” dedi. Sanki para cebinizdedir, diyordu. Önemli olan kimsenin bir şey anlamamasıydı.

 

Haftada bir yemek yiyenin içi kurumuş olsa bile, insanlar gururlu olduğundan, “açım” deyen yoktu. Ağzı kokan açların içinde özgürlük ne gezer? Basaklarına baksan içleri yukarıdan aşağı boş olan insanların konuşmaya takati olmadığını yeni öğrendi. Açlığın bir tür özgürlük olduğuna ikna ettiklerinden itiraz eden olmadığına göre artık Erdoğan’ın yanına gidebilirdi. Özgürlük yiyen açların açlığını doyurmak işten değildi. Erdoğan beyin eli büyük gönlü genişti. Ona şu yeni icat ettiği açları içlerindeki açlıkla besleme formülünü açabilirdi.

 

İçi huzurluydu. Çünkü milletin derdi Doğanla Peevski’de odaklanmıştı.  Doğancılıkla suçlananlar paçasını kurtarmaya bakıyordu.

Eskiden Doğancı olmak gururdu ama şimdi her şey çöktü.

Adam bir deli hastanesinde bir mahkemede bir sarayda bir dağ başında…

“Olsa olsa hastadır!” deyenler haklı çıktılar. TBS’li olduğuna önce pek inanan olmadı. Tüberküloz kökü kazınmış bir hastalıktı. İnandırıcı değildi, çünkü onun viski medetini aç karnına içtiğini bilen yoktu. Evde yemek yapılıp sofra kurulmadığından Aylin gelin de bir deri bir kemik kalmıştı. Dayanamadı, aldı başını çekip gitti.

 

Bu dünyada model olmak çok zordu. O, “açlıkla doyan insan modeli olayım” derken, hastalandı, ilacı olmayan, dermansız bir rahatsızlıkla başa çıkmak zordu.

 

“Bulgar etnik modeli” de onun icadıydı, tutmasa da neden tutmadığı açıklanmadığından, tuttuğu anlatılıyordu. Şu “model” sözü de Fransızca olduğundan, tam ne olduğu pek anlaşılamadı.

 

Bir de siyasi inancın insan özünde oluştuğu aklına takıldı. Siyasi mücadele anlayışı insan dünyasında oluştuğundan, bilinçlenenler sanki yenidünyaya düşmandılar. Fırsatçılık da içsel bir olguydu. İçsel olan dışa vurmadan suç olmuyordu. Tam bu nedenle 5 Ekim 2014 seçimleri sloganında “Hürriyet insan içindedir!” dedi. Kimsenin bir şey anlamadığından tepki gelmedi, olay kapandı. Bu durumda yeni olanaklar ele geçirdi. Elindeki imkanları zenginleşme ve kariyer için kullandı.

 

Son yıllarda birden zenginleşenler birer ikişer öldürülürken can derdine düştü. İyi ki bir ihbar da kendisi için yazdı. Artık korumalar etrafını sardı ve rahatladı.

 

Demokrasiyi siper edip ardına gizlendi. Korumalı daireler dar geldi. Şirinle köşke kilitlenme derdindeler.

 

En sonunda hiç ses çıkaramaz oldu. Erdoğan’ın kahvesini içti de TV’de “iyidir kötüdür” bir şey demedi. Kırcali’de ve Ankara’da işi kahveye bağladı. Şimdi işler bakımcıya kaldı. Büyük adamlarla içilen kahvenin büyük falı olur. Küçük işleri elinin tersiyle itti. Etnik sorunu yuttu. Ekonomik ve politik sorunlar boğazında kaldı. Tüm ayak oyunlarının hep içinde yerini alabildi. O aslında yalnız sofraya davet edilmişti. Liberaller oyun bozdu. Açgözlü davrandılar. İlk geldiğinde çoban ol sürü senin denmişlerdi. Şu liberaller bütün ülkeyi istiyorlar. İçi karıştı ve o da çobanlık az gelince, yetmeyince, politikaya, iktidara, oligarh olmaya uzandı. Birbirlerinin ayağını kaydıranlara karıştı. Bu işte o kadar çaba harcadı ki…Bir tek Danço Peevski’nin ayağı yere sağlam bastığından kaydıramıyor…

 

Kimileri “intihar” etti. Ötekiler kaçakçılıkta yakalandı. Kaza kurbanları çok. Her gün kendilerini yakanlar var. Sebebi açıklanmıyor. Bir kıyımdır gidiyor, bakalım nereye kadar!!?

 

Birbirinin dostu olanlar, köprübaşlarında öpüşenler, sarmaş dolaş resme duranlar, şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyorlar. Bu sözlerin kendisi için söylendiğini biliyor… Ve sonra aynı sofrada yeniden toplanıp birlikte kadeh tokuşturup “şeytan” taşlıyorlar ama olmuyor. İçten içe kaynayan o şey hep oyun bozuyor.

 

Ve bunu kendi sivri uçlu mızraklarına, boynuzlarına, temrenli kuyruklarına bakmadan yapıyorlar.

 

Ah ben sizlere ne deyeyim be kardeşlerim!

Siz eskinin düşman kardeşleri, yeninin baş düşmanları, yeninin ahbap casusları, yeni fitneci jurnalciler! Siz hainsiniz hain!!?

 

Siz eski komsomol sekreterleri, sonra parti adayları, sonra ajan taslakları, sonra sahte hapishane miskinleri, siz kim olduğunuz belli olmayan, olsa da anlaşılmayan pislikler ve ben şu net ortamına gireliden beri hepinizle uğraşmaya devam ettiğim lider bozuntuları, sizin hepinizin üzerinizde zafer kazanana kadar bu çatışma sürecektir. Ne yazık ki, ben belki de hiç galip olamayacağım, çünkü tükürdüğünü yalayanlarla kavgada galip olmak istemiyorum.

 

Feryat ediyorum. Çünkü sen, siz, hepiniz halkıma saldıran düşmanları silahlandıracak kadar alçak düştünüz. Ve alçaklıkta bundan daha bir alt kat, yok!

Reklamlar