Bulgaristan’da etnik temizlik ve Kültürel Soykırımı
Rafet ULUTÜRK – Açılış Konuşma
Tarih:19.12.2014
Sayın Başkan, Bu uluslararası Bulgaristan sempozyumunda bizleri bir araya getiren Bilim Kurulu Başkanlığımız ve üyeleri
Bu uluslar arası foruma ev sahipliği yapan Zeytinburnu Belediye Başkanımız Sn. Murat AYDIN, Sayın TBMM Milletvekili Sn.Rıfat SAİT
Değerli bilim dünyası temsilciler, Kıymetli konuk soydaş dernekleri Başkanlarımız ve yöneticileri,
Sayın basın mensupları, değerli katılımcılar, SEVGİLİ KADER KARDEŞLERİM
Hoş geldiniz sefalar getirdiniz,
Totaliter Duvarı Yıkamadık
Can alıcı, yazgı belirleyici öz konularımızı görüşmek ve bilgi alış verişinde bulunmak üzere 3.uluslararası Bulgaristan sempozyumu toplantımızın bu denli yüksek ve saygın temsil edilişi, konumuzun önemine işaret ettiği kadar, artık siyaset sınırlarını aşarak, bilim çevrelerini ilgilendirdiği gibi,  halka indiğini de gösteriyor. Bir de, dış ülkelerden, Azerbaycan, Arnavutluk ve öncelikle de Bulgaristan’da ilgi görmesi ve ses getirmesi çok önemli ve anlamlıdır.
Bulgaristan’da yaşayan Türkleri anlatmak yazılmamış bir kitabın sayfalarını okumak kadar zordur.
Konumuz acı dolu geçmişimize dayanan hiç de iç açıcı bir konu değildir! Fakat geleceğe yön verebilmemiz için geçmişimizi iyi bilmeliyiz, unutmamalıyız ve unutturmamalıyız.
Halkımız baba ocağından, öz toprağından, Vatan bildiğimiz Bulgaristan’dan zor kullanılarak, mecbur bırakılarak kovuldu. Yerinden yurdundan sökülüp atılanlar buraya bir canı, bir de Türk ve Müslüman ruhuyla geldiler.
Bu gerçek ne kadar acı olursa olsun, bizim gerçeğimiz ve bizim geçmişimizdir!
Bizleri, burada, bugün bir araya getiren temel olay, budur.  İnsanoğlunun yaşayabileceği kötülüklerin en kötüsünü yaşadık. Her duruma kanaat getirdik, sonuç çıkardık ve hiç karamsarlığa fırsat vermeden yılmadık ve mücadelemize devam ettik! Topsuz tüfeksiz sadece içimizdeki ruh ve iman gücü ile üstün geldik. Anlatmaya dil dönmeyen facialara bile: “Başa gelen çekilir” deyip sabreden ve büyüklük sergileyen, fakat mücadelen asla vazgeçmeyen, benim halkımdır. Bu gurur bize yeter de artar bile!
Sayısız oldukları kadar tarifsiz ve bitmeyen çileleri bir asırdan uzun süren ve hala dinmeyen acıları – BULGARİSTAN TÜRK VE MÜSLÜMANLARINA KARŞI UYGULANAN SÜREĞEN ÇOK YÖNLÜ SOYKIRIM, bugün ve yarın bu birlikteliğimiz esnasında ele alacağımız ana konudur. Bu, dedelerimizin, babalarımızın, hepimizin, çocuklarımızla torunlarımızın en yaşamsal sorunu olduğu için, buradayız.
ETNİK TEMİZLİK VE KÜLTÜREL SOYKIRIMIN 30. YILI BİLGİ ŞÖLENİNE:
HEPİNİZ HOŞ GELDİNİZ! SEFALAR GETİRDİNİZ.
İnsan dünyayı görmek için uyanır. Tarihin de uyanış çağları vardır. Ata Vatanımız olan Bulgaristan’da ulusal uyanışı Osmanlı dönemine rastlar. İşte o sabah kandilleri yakılırken, komitacılarının komitası, Diyarbakır mahkumu, sözü dinlenen, kaynak yazar Zahari Stoyanov,  biz Bulgaristanlı Türkler ve Müslümanlar için, yani bizim hakkımızda  “DAİMA BURADA OLACAKLAR” diye yazmıştır.
Bu sözler, belki 500, belki 600, belki de çok daha uzun bir birlikte yaşamışlığın tarihinden süzülen çok önemli bir hülasadır. Bulgar uyanışıyla kurulan devletin temel taşı, ortak geleceğimizin çatısıdır.
Ne yazık ki, insan kendinden kaçamaz. Etnik topluluklar ve uluslar da öyle!
19. yüzyıldan beri dünyada bir salgın haline gelen “TEK ULUSLU DEVLET” hastalığı, bizim memlekette bitmeyen kangren oldu. Bizi vatansız bırakıp yollara döken ve bu iki gün  İstanbul Zeytinburnu Belediyemizin ev sahipliğinde buraya toplayan da, Bulgar milliyetçiliğinin şu dermansız “Tek ulusçuluk” derde yakalanmış olmasıdır. Birlikte gerçekleştireceğimiz beyin fırtınasında, çözüm arayacağımız stratejik konu, ırkçılık ve milletçilik ile beslenen bu ucubeyle baş etme yollarını arayıp bulmaktır.
Tekrarlıyorum, “tek uluslu devlet” fikrini bir yerlerden aşıranlar, Bulgaristan da “Kraldan fazla Kralcı” olmakla kalmadılar.
Son 136 yılda kurulan, düşen ve yeniden kurulan Bulgar iktidarları, hiç istisnasız, Bulgaristan’ı, Bulgar ırkından olmayanlardan  “temizlerken” Türk ve Müslümanları, ata topraklarından, köy ve kasabalarından yani memleketinden söküp attılar. İsim, soy isim, din değiştirme, minare yıkma, camilerimizin Hristiyan kilisesine dönüştürülmesi, mezarlıklarımızı bir defa sürüp süresiz nadasa bırakma işlerini hiç elden bırakmadılar.
   Gerekçesiz tutuklayıp zulüm, yargısız sürgün, hapsedip zindanda çürütme, koğuşlarda yıldırma, dilimize kilit vurma, çocuklarımıza ana dili ve din derslerini yasaklama, yaşam tarzımızı, örf ve adetlerimizi, yaşam kurallarımızı, ahlakımızı değiştirme, öz kültürümüzü yoktan sayma, radyo, televizyon, basın yayın, dergi, kitap gibi yaşam ihtiyaçlarımızı, iletişim kaynaklarımızı ve en doğal haklarımız da dahil hiçbir özgün hakkımızı tanımamayı normal bir devlet yönetimi ve politikasıymış gibi uygulamaya kondu.
     Öte yandan ikinci sınıf vatandaş olmayı kabullenmemiz ve normal görmemiz istendi. Eğitimde, tarih ve edebiyat kitaplarında, şiir ve şarkı bestelerinde, gazete, dergi, kitap ve tüm sanat eserlerinde Osmanlıyı konu alarak insanlık adına ne kadar kötülük varsa Osmanlıya atıfta bulunuldu ve kötülendi. Değer arz eden neyimiz varsa ayakaltına alma şampiyonu oldu. Müsaade buyurunuz da,  kendimi düzelteyim, “şampiyonlar şampiyonu” oldu.
Amaç, bir tarafa kin ve nefret aşılamak, diğer tarafa da suçluluk hissi pompalamak. Ne yazık ki bu amaç yüz yılı aşkın bir devlet yönetim gücü ile sonucuna ulaştı ve maalesef günümüz siyasetinde dahi, bazı art niyetli ve ırkçı çevreler hala “meyvesini” yemekteler. Dünyanın başka bir yerinde böyle bir şey görülmemiştir. Bu bakıma özürlü doğan Bulgar devletinin durumu bugün de yürekler acısı olup, ne yazık ki, bu illette hala derman bulunamamıştır. İlk vazifemiz bu hastaya yardım etmektir.
Bulgaristan, Bulgaristan olalı sanki “hıncını alamadı,” “öfkesi sönmedi.” Bize karşı nankörlüğü bitmedi. Bir insan nankör doğar mı? Hayır doğmaz!
Nankörlük ve düşmanlık beslenen, kışkırtılan, finanse edilen, bilinçli ve hedefli hortlatılan bir karanlık güç işidir. Mayalanışı, kışkırtılışı, stratejisi, taktiği, hedefi, iktidarı, politikası, baskı ve terör araçları, süngüsü ve zindanı, enstitüleri, partileri, dernekleri, fen kulüpleri, motosikletçi roker grupları, namaz kılarken Müslümanları tekmeleyen, vuran, kıran, azgınlıkları olan, diğer etnik gruplara karşı kin kusan çevrelere bugün Bulgaristan’da çokça rastlamak  mümkündür ve hala hayatın içinde güncel bir olaydır,maalesef. Kimse nankör doğmaz, nankör yetiştirilir ve nankörce kullanılır. Olay budur. İnsan neyi ararsa onu bulur, kötülük arayan, kötülük bulur.
“150 yıl boyunca zehirlenmiş beyinler” bugün aşırı sağ ve solda hortladı.
Kanlı irin ve kin kusarak siyaset yapıyorlar. Esef duyarak söylüyorum, 5 Ekim 2014’te seçilen Sofya parlamentosuna, sol milliyetçilerin 11; ve 19-da ırkçı sağ faşizan vekil Bulgaristan parlamentosuna girmeyi başarmıştır.
Besbelli ki, şifasız salgın aşağıdaki  kitleye de iniyor. Önünü göremeyen ve bunlara oy veren ama artık hareketli bir katman oluştu. Onlar, son 20 yılda Moskova ve memleketimizdeki Moskova ajanları- Ahmet Doğan gibi göbek bağı olan ve her dalda sallanan hainler tarafından akıtılan paralarla palazlandılar.
Fışkıran Bulgar ırkçı-milliyetçiliği en güçlü sosyal silahlarla donandılar – TV yayınları, radyo ve büyük tirajlı gazete, dergi v.s.. Anti-Türk, anti-Müslüman cephede kullandıkları mermiler bedava olduğundan, yayılım ateşi kovanlarını toplamıyorlar. Görüldüğü üzere, Bulgaristan’da artık, karanlığın sürmesini, bulanık su ortamı isteyenlere politik sahnede rol veriliyor. Nitekim iktidar basamaklarına da tırmandılar. Ne pahasına olursa olsun iktidar olmaya heveslenmek, zehirlenmiş beyinlerin önemli özelliğidir. “Kuru tezek su üstünde gider!” diyen halkımızın zekasıdır. Konuşmamın başında: TOTALİTER DUVARI YIKAMADIK! Dedim.
Evet yıkamadık. Hatta artık bu iş daha da zorlaştı. Mukayeseli anlatsam sanki daha kolay anlaşılır.
“Duvar” dendiğinde, son 25 yılda akla ilk gelen hep “BERLİN DUVARI!” oldu. Birkaç hafta önce bu tarihsel olayın yıl dönümü büyük bir coşkuyla kutlandı.
Hem Berlin’i, hem de eski Kıtayı ikiye ayıran ve yarım asır dehşet saçan bu “DUVAR” yeni bir medeniyet özleyen güçlerin, ortak geleceğinden kuvvet alan ve soldan ve sağdan inen büyük balyozun iradesine dayanamadı, yıkıldı gitti. Biz, bunu yapamadık!
Bizdeki duvarın bir yanında
–  zehirli totaliter zihniyetin tek uluslu devletçi politik yapısı;
Öte tarafında ise,
–  etnik azınlık halk toplulukları, kendi özgürlükleri uğruna örgütlenip yıllarca savaşanlar, Türkler, Pomaklar, Romlar ve diğer azınlıklar, Bulgar ulusunun ilk adımlarını atmaya çalışan demokratik mücadele hareketi yer aldı.
Ben burada, bir sembol olarak,  bir duvardan söz ederken ya da sizlere lütfen gözlerinizin önüne son aylarda Bulgaristan -Türkiye sınırına gerilen 3 metre yüksek tel örgüyü getirin desem de, o olayların tasvirinde yetersiz kalır. 130 yıldan beri acıyıp sızlayan, ağarıp yanan ve bitmeyen bir yara olan trajedimiz, bundan tam 30 yıl önce çok derin bir hendek, bir yanardağ ağzı – krater gibi açıldı.
“Tek ulus devlet” hayaliyle birlikte, despot, totaliter politik devletin kendisi de çöktü.
Biz, Bulgaristan Türkleri de, 1989 Mayısında ayaklanırken KASKATI – KATILAŞMIŞ TOTALİTARİZM DUVARINI ÇATLATIP DEVİRMEK İÇİN BAŞ KALDIRMIŞTIK. Bunu başarabilseydik, zafer yalnız bizim olmayacaktı.
Kazanan hepimiz, bütün Bulgaristan halkı, tüm demokratik güçler olacaktı ve gerçek demokrasiye geçiş sağlanacaktı.Hepimiz bilirsiniz, Türk sofrasının bereketi, bizimle oturanın tok kalktığı için büyüktür.
1989’da biz totalitarizmi püskürtmek için kükreyip şahlanmıştık.
Şimdi o tarihe not düşen günleri hatırlatılmak bile istenmiyor, şehir anıtlarına çelenk konmuyor. Amma biz davamızı unutmadık ve davamız devam etmektedir ve o günleri  hatırlatacak manevi büyük çelenk işte bu bilgi şölenidir. Bu davamıza gelip bizlere güç veren burada hepinizi yürekten kutluyorum!
Ancak AYAKLANMAMIZDAN, yalnız biz Türklerin, yalnız Pomakların ve bir tek Müslüman azınlığımızın kutsalı olarak algılanınca, kazananlar kötü niyetliler oldu. Geri istediğimiz isimlerimiz, okullarımız, dinimiz, camilerimiz, en doğal insan haklarımız, özgür kimliğimiz olsa da, Bulgar halkı totaliter zehirden arınamadığı, katılaşmış ırkçılıktan çözülemedi ve gerçeği bütünsel göremediği için Bulgar demokratik güçleriyle birlikte GÜÇLÜ BİRLİĞİMİZİ kuramadık.
Dekoru değişen yeni sahnede sözde “kahraman” , sözde “Bulgaristan’ı Bosna olmaktan kurtaran” gibi sözler dillendi.  O sözüm ona, sözde “kahramanlar”, aslında hokkabazlar, yalanla dolanla iş görenler, daha sonraki yıllarda demokrat Bulgar yazarların kendilerine “şeytan” dediği “lider”- tipleri, politik sahneye doldular.
Türkler ile Bulgarlar ellerine tokmak alıp totalitarizm duvarını, rejimini ve korku dünyasını birlikte ve aynı yere vura vura, eze eze yok etmeliydiler, maalesef olmadı. Kuyruğuna basılan yılan yıllardır uzayıp gidiyor. Ona müzik yapan,eşlik eden tırnak içinde söylüyorum “BİZİM” sahte liderlerimiz, şeytanlardır.
Hiç bir şey tesadüf değildir.
Onlar bu iş için hapislerde kurs gördüler, eğitim aldılar. İsimleri artık herkes tarafından biliniyor. Hainlerin, ajanların, nifakçıların, haklı davamızı satanların isimlerinin tekrarlanmasında yarar görmüyorum!!! Halkımızın başına arı sepeti geçirenler şunu bilmeliler ki, bir gün gelir yılanlar saray deliklerine de saklansalar, mutlaka çıkmak zorunda kalacaklardır. Yılanın başı delikten çıkarken doğrulur, işte o gün onlarla hesaplaşma günü olacaktır.
Şimdi yine duvardan söz edeceğim, ama bu defa Bulgar totalitarizm duvarının kendi içinde çatlaması dır. “Berlin Duvarı”ndan sonra bizim totaliter duvar da 10 Kasım1989’da ilk kez çatladı.  “Tek ulusçu devlet” tezinin tuzla buz olduğunu, Bulgar derdine derman bulunduğunu sanmıştık. Daha 1878’de başlayan etnik problem,  110 yıl sonra, hem etnik hem de politik olarak,  çok ağır bir bunalım şeklinde ortaya çıktı. Beklenen, totaliter sistemin yıkılması ve devamında toplumda demokratik ve hukuk devleti kurulması iken, olaylar bambaşka yön aldı. Totaliter cephenin karşısında duran bizleri, 500 bin çulsuz olarak vatanımızdan kovulduk Amaçları duruma hakim olmak ve iktidarlarını sürdürmekti. Başardılar da!
Totaliter zihniyetin, zor günler için eğittiği hain kadrolar sözde “demokratik dönüşümlere” hemen bayrak oldular. Bugün bu bilgi şölenine gelemeyen yüzsüzler – HÖH-DPS – maskeli demokratları yeni sahnede “şeytan” rolünü üstlendi.
Bu rolü günümüze kadar oynadılar. Görülmeyen iplerden bugün de kurtulamadılar. Sanki yemeleri ve yediklerini istifra etmeleri için kendilerine iğne yapılıyor. Böyle olmasa, Osmanlıyı soykırımla suçlamalarını, totaliter rejim katillerini af etmelerini hangi akla ve mantığa sığdırabiliriz ki?, hapislerde, toplama kamplarında çürütülen Türk ve Pomaklara karşı işlenen suçların, “Belene” ölüm kampı ve öteki canilerin suçlarının zaman aşımına uğramasını istemelerine akıl erdirmek mümkün müdür?
Tamamen olanaksızdır. Forumumuzun belgelerinin HÖH-DPS milletvekillerine ayrı ayrı, Sofya meclis grup başkanlarına, bakanlara ve Başbakana, Cumhurbaşkanı Plevneliev’e, Avrupa Birliği Başkanlığına ve Avrupa İnsan Hakları Komisyon Başkanlığına da ayrı ayrı gönderilmesinde yarar görüyorum. Oysa biz her an her yerde, demokrasiye uzanan Bulgar demokrat aydınlarla, evrensel insan hakları savaşçılarıyla birlikte olmak istedik ve beraberdik. “Soya dönüş” çılgınlığına karşı olan büyük kitle hep bizimleydi. Aynı direniş saflarında, aynı kardeş sofrasındaydık.
En büyük hedefimiz Çarlık faşistleri ve komünist totalitarizm uşaklarının kapattığı “komşu kapılarını” yeniden ardına kadar açmak, Vatan topraklarında karşılıklı-hoşgörü çınarı altında yeniden toplana-bilmekti. Büyük hedefimiz ise TOTALİTERİZİM ENGELİNİ YIKIP TARİH ÇÖPLÜĞÜNE atmaktı.
Olmadı, 25 yıl süren Geçiş Dönemi bile bu kaskatılığı çözemedi, eritemedi.
Totaliter enkaz kalkmadı. Çalışıp besleyenlerle yeyip beslenenlerin arası daha da açıldı. Sonuncular “saraylara” çekildi. Asırlarca süren göçlerin dinmeyen acıları, kimlikleri ve kültürleri yok edilenlerin boş bakışları, ağızlarına götürecek lokmayı bulamayanların dinmeyen yeni feryatları “saray” duvarlarına tosladıkça onları da ürkütüyor. Totaliter rejim çöktü, fakat totaliter zihniyet ve dermansız hastalık halen yaşıyor.
Bu trajedi bizim özelimizdir. Davamızın asil hedefi hiç değişmemiştir, aynıdır.
Bizimkisi bir VATAN davasıdır. Biz Ata Vatanımızdan kovulduk!
Vatan aramaya gelmedik. İnsanın Vatanı, dedelerinin mezarları neredeyse orasıdır. Bizim dedelerimiz Bulgaristan’da yattığı sürece orası bizim Vatanımızdır.
İnsanın ecdadından ayrı düşmeye zorlanması bir suçsa, bunu yapanlar soy kültürümüzün devamlılığını baltalamışsa, bize karşı KÜLTÜREL SOYKIRIM işlenmiştir.Ama bize karşı bir değil, bir sürü SOYKIRIM İŞLENDİ:
Mesela, yine Osmanlı döneminde 1722–1773 yılları arasında yaşayan Bulgar ulusal aydınlıkçılarından Paisiy Hilendarski “Hey Bulgar, soyunu ve dilini unutma!” demişti. Soyunu ve dilini unutursa, Bulgarlara karşı soy kırım işlenmiş olacaktı! İnsan dilinin ağzına kilitlenmesi, yani anadilde konuşma yasağı, yazma yasağı, okuma yasağı, yaratma yasağı vs. tarihin bildiği en ağır cezaların amma en en ağırıdır.
Çünkü konuşamayan, geçmişi unutturulan insan HAYVANLAŞTIRILMIŞ bir varlıktır.
Biz Bulgaristan Türklerine anadilimizde konuşma çok görüldü, çok görülüyor. 21. yüzyılda ana dilimiz okullarda okutulmuyor, yasak. Bu emsalsiz bir Kültürel Soy Kırım değil de, nedir.
136 yılda, bize, soyumuza, sopumuza, ayrıca özellikle bizim kuşağa karşı işlenmiş 136 bin az, 136 milyon değişik tür soykırım örneği gösterebilirim. 1912’de Rodoplar’da 560 minare yıkıldı, bütün camilerde Papazlar ayine başladı, 1912’de, 1923, 1936-1944’te, 1972-73’te, 1984-1989’da isimlerimize, kimliklerimize, köylerimize, dinimize, okullarımıza, kültürümüze yapılan saldırılar Bunlar, SOYKIRIMIN EN PARLAK BULGAR ÖRNEKLERİ DEĞİLSE! Soruyorum NEDİR?
        Bir insanın 3–5 evi, yazlığı, konağı, sarayı olabilir ama VATAN’I tektir. Şimdi biz sözde çok-vatanlı olduk. Türkiye, Bulgaristan, Avrupa Birliği hepimize hep Vatan! Telefonlar Kanada, Amerika ve Avustralya’dan vızıl vızıl.
       Öz Vatan’ı olmayanın başka Vatan’ı olamaz.
İnsan Vatan değerini ömrü sona yaklaştıkça belki daha iyi anlıyor. Bugün İsviçre toprağına yabancı gömdürmüyor. Berlin, Amsterdam, Münih, Paris Viyana seferinden dönen Türk uçakları ambarlarında son nefesini oralarda vermiş gurbetçi kardeşlerimizin tabutlarını taşıyor.
       “İnsanı son kucaklayan ata toprağıdır” sözü bizim atalarımızın dır.
Mezar hakkımızın, mezar başında bir Fatiha hakkımızın yasaklanması da, bizim için paha biçilmez bir kayıp, büyük bir SOYKIRIMDIR.
Ben, son 136 yılda Bulgaristan Türkleri ve Müslümanlarının yaşadığı soy kırım trajedisi örneklerindeki çeşitliliğin, genel olarak KÜLTÜREL SOYKIRIM kavramına denk olduğuna inanıyorum.
Bizi buraya toplayan yazılmamış programda, hepimiz için adalet ve herkes için özgürlük hayali var. Saklı olan bir şey yok. Demokrasi şafağının ilk ışıkları ile beklediğimiz günlerde, biz hepimiz, dünyanın en saf insanlarından dana naif, daha safdil ve pırıl pırıldık. Hayallerimizden kaynaklanan inancımızın özü, bizim oralarda,  taş toprak arasında baharı müjdeleyen ilk güneş ışınlarıyla eriyen karların su birikintileri kadar şeffaftı, özlemlerimiz içtikçe içil-esiydi.
Oysa totalitarizm adıyla ünlenen düşman,  hiç öyle kazmayla çekiçle parçalanacak, ufalınca derelere doldurulacak bir kütle değilmiş. Teslim bayrağı yerine beyaz gömlek sallayacak sanmıştık. Çoooook, çok aldanmışız. Çocukluğumuzda ÖCÜbildiğimiz UMACI, totaliter kara kayanın altından çıktığı gibi, hem “adalet özlemimizi”, hem de “özgürlük hayallerimizi” ilk hamlede, hem de ikisini de birden, çekip aldı. Bizi ikiye böldü. Bilinçli “adaletçi ve özgürlükçüleri” yani bizleri, açlık grevlerinden, gösterilerden, çatışma meydanlarından alıp, hayallerimizi koltuk altımıza sıkıştırıp, neredeyse bir don bir gömlek, baba ocağımızdan, vatan toprağımızdan, evimizden, köyümüzden kovdu. Ötekiler ise Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) ‘nin cici bici vaatler paketine sarmalandı. Su ve tuz bizden, köle gibi çalışmak ve her seçimde bize oy verip yeni bir umutla özgürce yaşama hakkı sizin,  dediler. Bu sözler önce umuttu, sonra öykü, artık efsane oldu. Bulgaristan Türk ve Müslümanları “hak ve hürriyet kasabının sayasına” kapadı. Sesini çıkaran dava kurbanı oluyor. Bu açıdan değerlendirdiğimizde:
Sözde Avrupalı olduk da ne oldu? 2007’den beri AB üyesiyiz. Vatandaşa demokratik hakları en doğal hakları bile tanınmadı. Şimdi “şengene” girecekmişiz. Köydeşim Hasan dayının cebinde, doktora gitmek için, şehre inmeye parası yok…
Bugün de ister milletvekili, ister bakan ol, hiçbir kimse “sayanın” dışına çakamaz. Geçerli olan yasalar“taş devri” kuralıdır! Yeni milletvekilleri Güney ile Palev’in başına geleni işitmişsinizdir. Dr Tabakov Varna cezaevinde gün sayıyor.
Mayıs 1989 Ayaklanması; 10 Kasım 1989’da T. Jivkov’un devrilmesi; 1992’de yeni sözde demokratik Anayasa’nın kabulü ve artık çeyrek asır yerinde sayan totalitarizmden demokrasiye GEÇİŞ DÖNEMİ, sözünü ettiğim o bilinen TOTALİTARİZM DUVARINI yalnız ve ancak İKİYE PARÇALAYA BİLDİ.
Adına Bulgaristan Sosyalist Partisi  (BSP) denen birinci parça kertenkele gibi komünistliğin yalnız kuyruğunu koparıp sosyalist renk alırken ve iktidar ile muhalefet merdiveninde aşağı yukarı tekerlendikçe iyice ufaldı
“Tek Ulus – Tek Parti” balonu patladı. Meclisteki sandalyeleri 39-a düştü. Ne var ki, Bulgaristan Türkleri ve öteki azınlıkların özgün haklarının tanınması konusunda fikirleri değişmedi. “Bay Sali”nin soydaş olmasıyla Kostendil ilinden milletvekili seçilmesine büyük tepkiyi izlemişsinizdir.
Bugünkü sosyalist liderlerinin babaları tarafından yetiştirilen HÖH-lü yöneticileri ve halkımızın öz davasına ihanet edenlerin süresi doluyor. Halkımızın güven balonu patladı. 250 bin Türk seçmenden oy alamadılar. Dokunulmazlığı zırhlı olan “ebedi liderin” kurultay kürsüsünden çöp çuvalı gibi atılması, bu bakıma çok anlamlıdır. Halkımız artık değişimler bekliyor. NATO ve AB üyeliği de etnik sorunları kendiliğinden çözmedi.
GERB’in rolü:
Totaliter kütlenin ikinci parçası – bugünkü ana iktidar gücü – GERB Partisidir. Sosyalist- totaliter mayalanmayı yıllarca ekşitipHALK PARTİSİ maskeli bir merkez sağ oluşum meydana gelene kadar 20 yıl beklediler. Yeni hükümet de dahil son 25 yılda kurulan kabinelerin hiç biri totalitarizmi gömüp demokrasiye dönüşmeyi hedefleyen bir PROGRAM ortaya koymadı. Bu bakıma etniklerin özgün kültürel hakları da Todor Jivkov zamanında olduğu gibi kaldı.
Şöyle bir süreç de izlendi:
Bu yıllar içinde, (temel ödevi demokrasiye dönüşümü gerçekleştirmek olan)  Demokratik Güçler Birliği (CDC) yıkamadığı totaliter duvara toslaya toslaya kendi dağıldı. Şimdi çavdar sapı kadar cılız bir bünyeyle iktidar ortağı Reformcu Blokla birlikte nefes alıyor.
2014 Bulgaristan’da çok renkli çoğulcu politika için yeni bir başlangıç oldu. 2 ay önce 8 siysi parti meclise girdi.
 Yukarıda işaret ettiğim milliyetçi sağ ve sol uçlar siyaset ortamını iyice renklendirdi. Politik literatüre “ksenofob” yani Bulgar olmayana düşmanız terimini taşıyanlar koro oldular, motorlu sürüler halinde dolaşıyorlar, futbol fenlerinin zavalı enerjisini marjinalleştirmeyi başardılar. “Ataka” partisi soldan, Makedon İç Devrim Teşkilatı (VMRO) ile Milletçi Cephe (PF) sağdan ırkçı, milliyetçi, yeni-faşistler ortak icraata geçtiler.
“Düşman olarak tanımlanan Bulgar olmayanların saflarında” bu ülkenin öz vatandaşları Türk, Pomak ve Roman kardeşlerimiz var. Onlarla birlikte, Suriye savaş kaçakları ve diğer etnikler var.
Bu gerçek, demokratik Avrupa kamuoyunun gözünde bir çöptür. Çeyrek asır boyunca dönüp nereye baksak “Tek Ulus Devleti” bir çıbanbaşı olarak hep karşımızdaydı!
Çok kültürlülükten, farklılıkların bütünselliğinden oluşacak yeni uygarlıktan söz eden yok. Faşizan zihniyetin çete başı, Milliyetçi Cephe (PF) Başkanı milletvekili Valeri Simyonov yemin töreninde “Bulgaristan her şeyin Üstünde” derken sağ elini Naziler gibi kaldırdı. Hazır bulunanların üstüne Hitler zamanlarından kalma bir kova buzlu su döktü de,  bu jest hala kınanmadı, sadece hatırlatıyorum.
Sözde ikiye ayrılıp biraz da ufalanan totaliter duvar parçaları arasında kalan, Türk-Müslüman hareketi olarak bilinen HÖH-DPS, yine konumuz olan şu dönemde Türklük ve Müslüman geleneklerine, demokrasi ve insan hakları prensiplerine sonuna kadar bağlı kalsaydı, bugün burada bambaşka bir vesileyle toplanmış olurduk. Hak ve Özgürlükler Partisi (DPS) hakkında fikir beyan etmek isteyen konuşmacılara peşinen söylüyorum. Halk topluluğumuzdan,  beklentilerimizden ve emellerimizden tamamen kopan bu partide biçim ile öz birbirinin aynası olmaktan çok uzaktır. “Hak” ve “özgürlükler” terimlerinde dile gelen şekil bir paravan olarak kullanıldı.
“Öz” olani ise – totalitarizmin etnik azınlıkları asi mile edip eritme değirmenine su taşıdı. Müslüman etniklerin Bulgarlaştırılması işinde HÖH yönetimi totalitarizmden demokrasiye geçiş döneminde eskiden gelen ve değişmeyen devlet siyasetine hizmet sundu. Hem içi hem dışı hepimizi yakan  “Bulgar Etnik Modeli” HÖH-lideri Ahmet Doğan’nın icadıdır. Zamanını, daha icat edildiği gün kesin dolduran bu model, Türk, Pomak ve Roman’ları, T.C.’deki soydaşlarımızı bir “oy makinesi” haline getirdi. Ayrıca Bulgaristan’daki kardeşlerimizi uyanmamak üzere uyutma aracı rolü gördü. Netice ortadadır.
Geçimi ateşten gömlek olan Türkler ve Müslümanlardır. En fazla göç veren kesim Türkler ve Müslümanlardır. 50 yıldan beri ana dilinde ders görmemiş çocuklar, bizim evlatlarımızdır. Türkiye’ye gelenler dışında 2.5 milyon kişi vatanı terk etti. Tüm Bulgaristanlılar dağıldık.
Göç eden, ekmek parasını dış ülkelerde arayan her kişi Bulgaristan’da demokrasi davası için bir kayıptır. Totalitarizmin ayakta kalıp ömrünü sürdürme çabalarına göğüs geren ana güçlerin başında işçi sınıfı, sivil toplum örgütleri gelir.
1989’da açlık grevine kalkıp isyan eden Türkleri ve Müslümanları tecrit eden zihniyet bugün artık aşıldı. Sofya’da meclis önünde düzenlenen son sendikal ve sivil toplum örgütleri eylemlerinde Kırcaali, Haskovo, Roduzen ve Madan’dan kadın ve erkek işçiler omuz omuza yürüdü. Güçlenen protestolar, 2013’te bir kalın enseli dolandırıcı olan HÖH milletvekili Daniyel Peevski’nin Devlet Güvenlik Sistemi DANS Başkanı seçilmesini önledi.
Şimdi de bağımsız Türk doçent Doktor Orhan İsmailov’un Savunma Bakanı Yardımcısı atanmasına karşı tepkiler ve Bulgar Ulusal Televizyonu 1 Kanaldan 10 dakika Türkçe Haber Bülteni’nin kaldırılması isteğini de suya düşürüldü. Protesto dalgası yükselirken toplam 28 kişi kendini yaktı. Totaliter duvarı yıkıp demokrasiye geçme davamız devam ediyor, sivil toplum örgütlerimiz bu davada ön saflardadır.
Azınlıkların toplamını kucaklayan iletişim araçları, güçlü ortak kazanımlar, günlük gazete ve aylık dergileri olmayan, garibanlığın yarattığı ortamda birlikte gülüp eğlenmekten çekinir duruma gelen, sefil bir halk katmanından söz ediyorum. Köylerimizde köpek havlamıyor. Bizim insanımız “genosit”tir, “soy kırımdır” sözlerini pek bilmez, kime sorsanız alacağınız cevap, “biz kırıldık” olur. Hastalıktan kırılsak, “kırılmışızdır” Soy kırımına uğrasak gene “kırılmışızdır! Evet, savaş görmeden yok olsak, yine “KIRILDIKTIR!” da, uzun süreli ve süreğen bir soykırım yaşamışızdır. Ama bizde bunu kimse bu kadar uzun anlatmaz.
    Evet, 136 yıldan beri biz, her gün SÜREĞEN KIRIMLA YAŞIYORUZ.
Ve “ufalana ufalana büyüyoruz!” Ezildikçe bilinçleniyoruz. Artık bir araya gelip toplantılar yapıyoruz, konferanslar, Sempozyumlar düzenliyoruz.
Elektronik gazetemiz var. Dernek gazetemiz çıkıyor. Irmağımız yola çıktı, çağlayarak akıyor. Herkesin yüreğine serinleteceğine ve uyuyanları uyandıracağına inanıyoruz. Bizim artık sürekli soykırımla kırılarak yaşamaya son vermemizin vakti geldi, geçiyor.
      Yani “U” dönüşü yapmalıyız, uyanmalıyız ve ufuktaki ışıkları görebilmeliyiz. Eğer bunu yapamazsak iyice toz olmayı ve LODOS RÜZGÂRININ bir gün bizi alıp Vatanda her yerin her yerine, yeniden bitelim diye alabildiğine savurmasını mı bekleyeceğiz, bilemiyorum artık!!!
      Tüm anlattıklarıma ve anlatılanlara karşın,  Zahari Stoyanov’u unutmayalım, “DAİMA BURADA OLACAKLAR!” değişmez bir gerçektir ve bizim en kutsal hakkımızdır.
Yine bu cümleden sonra,  Payisiy Hilendarski’nin yazdıkları da kulağımıza küpe olsun:  “soyumuzu ve dilimizi öğrenip geliştirmemiz ve yüceltmemiz en büyük vazifemizdir!”
Yani kısacası birlikte yaşamayı öğrenmek zorundayız!
Rafet ULUTURK

 

Reklamlar