Rafet ULUTÜRK

Laf dinleyip gerilemek istemiyorlar. Huzur içinde yaşamamıza da tahammülleri yok.

Derdimizse şu güzel türkümüzü gönlümüzce söyleyip dinleyebilmektir.

Arda boyu serindir,

Fadime bize gelindir,

Vay benim Fadimem,

Seni bana, baban verir,

Ben senden vazgeçmem!

Bu türküyü söylerken gümbürdeyen davulları, göğe dikilmiş gırnata kıvrımlarını, akordeon körük gibi açılıp kapanan akordeon tuşlarında parmakların birbirini kovalayışını, hatta saksafonun sağlı sollu nazını hatırladıkça kendimden geçer gibi oluyorum. Emsalsiz güzellik yarat insanlarımızın samimi coşkusu, birlikte söyleyişi ve doludizgin Arda sularının  köpürdükçe köpüren ve hatta bir az da bana bakın der gibi akışının uğultusunda gel gör sen bizi…

Dün akçam (03.02.2014) TV haberlerinde Orta Köy (İvaylovgrat) barajı savaklarının açıldığını ve saniyede 1000 m³ su köpürerek dökülürken Arda’nın yatağına dolup taştığını izledim. Barajı duvarından taşma noktasına kadar dolan su elektrik türbinlerine yönlendirilse  ve elektrik enerjisi üretse de bir işe yarasa olmuyor mu?, diyebilirsiniz. Görüldüğü üzere, baraj çanağını doldurmuş potansiyel enerji şeklinde birikmiş sular, türbin kapasitesine fazla geliyor ki, kinetik enerjiye dönüştürülüp, havzadaki enerji birikimini boşaltma yoluna gidilemiyor. Böyle durumlarda, doğa ve toplum için en iyisi Arda türküsündeki huzuru koruyabilmektir, ne ki, bazen olmuyor işte, şu günlerde olduğu gibi dünyayı sağır edecek, önüne geleni alıp götürecek bir gürültüyle boşanıp akmak da bir doğa yasasıdır.

Hatırlatmak için yazıyorum, soydaşlar arasında Haskovo ve Kırcaali illerinden gelenler arasında inşaatı 1969’da tamamlanan Ortaköy baraj duvarında çalışmış olanlar olabilir. Onlar baraj savaklarının ilk kez 1969’da yani 46 yıl önce açıldığını hatırlayacaklardır. Güneydoğu Rodoplar son günlerde yerle göğü birbirine katan gürültü ilk olarak o zaman işitmişti. Ve unutamadıklarından eminim. O zamdan beri baraj havzası böylesi dolmamış ve savaklar açılmamıştı.

Edirne Ovası ve şehrin bazı mahallelerini su altında bırakan Tunca, Meriç seli bana kalsa hayırlara alamettir. 1990’dan beri vatanımıza böyle yağışlar düşmedi. Eskisi gibi yaşamaya alışmış, paslandığının farkında olmayan bizim toplum o gün bu gün çöktükçe çöktü. İçindeki potansiyel enerjisi ateşleyip kinetik yani hareket enerjisine dönüştüremedi. Hep yerinde saydı. Yaratanın kurduğu düzenin kurallarında, eski hesaplar kapanmadan defterde yeni sayfa açmak sanki yasak gibi. Bizde ise eski küfler kazınmadığı bir yana kat kat kap tuttu.

Türklerin başlattığı 1989 Mayıs Ayaklanmasında, 100 yılın toplu birikimi olan potansiyel enerjimiz direniş enerjisine dönüştü. O zaman ilk kez hareketlenmiştik. 500 binimizin birden yerinden yurdundan kovulması ve ardından sınır kapılarının dört yana açılması direniş enerjimizin ateşini aldı. Potansiyel enerjinin patlama düzeyinde kritik noktaya erişmesi seyrek rastlanan bir durumdur. Toplumsal yaşamda bu kitlelerin eskisi gibi yaşamak istemediği anlamına gelir. Mesela geçen hafta seçilen BC Temiz Mahkemesi Başkanı Lozan PANOV ülkede bir hukuksal değişiklikle adalet düzeni kurulması gereği üzerinde dururken, son 25 yılda ülkeyi 3 milyon vatandaşın daha iyi bir yerde yaşama umuduyla terk edip gittiğini söyledi. “Her yer insansız kalmış ve toplum ve doğa can çekişiyor,” dedi. Bu savı, taşan Orta Köy barajındaki potansiyel enerji örneği ile bağladığımızda, havuz çanağı dolmadan sular taşmaz, yani potansiyel enerji kendiliğinden kinetik enerjiye dönüşmez, sosyal terimlerle ifade edildiğinde, öfke birikiminde patlama olmadan kimse ayaklanmaz.

Toplum bir otomobil olsa, şimdi taşmasın diye baraj savaklarının açıldığı gibi araç kapağını açar, içine bir göz atar ve aşınmış parça yerine yedeğini takıp yolumuza devam edersin. Ne yazık ki, toplum işlerinde bu tam böyle yani o kadar kolay değildir. Toplum onu boğan güçlerden kendini kolay kolay kurtaramaz. Değişim ve arınma isteyen gücün belirmesi, birikmesi, kuvvet toplaması ve patlaması gerekir. Örneğin köylülerin toprak köleliğinden kurtulup hürriyetlerini kazanmaları ve işçi olmaları yüzyıllar almıştır. Bizde, 45 yıl devam eden totaliter rejimin 1989’da tarih çöplüğüne atılması başarılı olmadı. Demokratik devrim halkı kucaklamadı. Eski rejimin virüsü demokratik dirilişimizi felce uğrattı. Örneğin bizim zorla değiştirilen isimlerimiz bile doğru dürüst geri verilmedi. Her iş kösteklendi, engellendi.

Hiç düşündünüz mü?

Şu son 25 yılda neden didiştik durduk. Paylaşamadığımız, yapmak isteyip de yapamadığımız neydi? Neden dirilemedik? Neden pes ettik? Hayatımızın bir yardım torbasına bağlanmasına neden yol verdik. Bu sorulara şöyle de cevap verebiliriz. Bizim haklarımız, istediğimiz adalet, özgürlüklerimizle birlikte malımız mülkümüz de doğru dürüst geri verilmedi. Şu günlerde ülkede bir yaygaradır koptu bir görseniz. Baş müftülük ve vakıflarımız Bulgaristan topraklarının % 20’sini istiyormuşuz. Bizim istediğimiz kurumlarımızın zorla elinden alınan tapulu malıdır. Alırken hepsini aldınız, geri vermek zor geliyor. Ama onların hakkı olan malları Türkiye Cumhuriyeti geri verirken gazete başlıklarında bayram ediliyor. Mesela, Edirne valiliğinin üç adet Bulgar kilise mülkünü iadesi şöyle verildi: Türkiye’deki Patrikhanemize Edirne merkezde bulunan “Dr. Petır Beron Lisesi”, eski hastane ve Bulgar kabristanlığı, meclis kararıyla iade edildi. Fakat bizim Kırcaali’deki Medresemiz, Dobriç’teki okulumuz, Karlovo’daki “Kurşun Cami”, Filibe’deki hamamlarımız vs. vs. taşınmazlarımız mahkeme kararlarına rağmen henüz iade edilmiyor. Bu insanlar almaya var ama vermeye yok.

Kafamda memleketteki durumu yankılayan bir hikâye var. Bulgar toplumu Doğunun başarı kültürünü ret ederken, Batının koşuşturma kültürünü de yakalayamadı. Batı kültüründe herkes, her an, bir işi sonuçlandırmaya çalışmalıdır. Bu azmin felsefesi de şu örnekte çok açık verilmiştir: Tarafsız olayım diye olayı üçüncü bir kıtadan anlatıyorum.

Afrika’da her sabah bir ceylan uyanır,

En hızlı aslandan daha hızlı koşması gerektiğini,

Yoksa öleceğini bilir.

Afrika’da her sabah bir aslan uyanır.

En yavaş ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini,

Yoksa aç kalacağını bilir.

Aslan ya da ceylan olmanızın önemi yok.

Yeter ki güneş doğduğunda koşuyor olmanız gerektiğini bilin

Biz hem aslan hem de geyik olarak koşma yeteneğimizi yitirdik. Sorun budur.

“Orta Köy” barajı sularında akma korkusu yok, köpürme korkusu da yok, uğulduyor da bol bol. Yani ister ceylan gibi, isterseniz aslan gibi koşmaya her an hazır bizim barajın suları.

Bizse 45 yıl yok olma, ardından çeyrek asır da risk alma korkusu içinde yaşadık. Bu korku, bu risk tökezleriz, düşeriz, koşarsak terleriz, terlersek hastalanırız vs. vs. korkusuydu. Aman bize bir şey olur endişesi, aman bir şey olmasın tereddüttü idi ki, bu ürperten durum içinde büzüle büzüle işte şu durumlara geldik.

Vaktiyle komünist partisine üye olanlar alaca gölgede yaşamak için partili olmuşlardı. Gizli polis teşkilatı “DC” sistemine yardım etmeyi kabul edenlerin içinde “aman benden bir şey olmazsa ne yaparım, rezillik paçaya kadar” endişesi bir kemirgendi. Onlar da alaca gölgenin daha koyu bir yerceğizinde bir yer kapmak için hainlik ettiler. Ama akan suyun uzadıkça uzadığı gibi, dere boyunca akan tuvalet ve bulaşık pisliği olduğundan, etrafı git gide pis kokular sardı. Önüne gelen “bu derenin suyu içilmez” demeye başladı. Bu derenin suyu içilmez sözlerinin anlamı eskisi gibi yaşamak istemiyoruzdur ki, baskı ve terör rejimi bu isyanla devrildi. Bunalımlar çok derinleşmiş ve çığından çıkmıştı ki, Bulgaristan Türk ve Müslüman halk topluluğu 100 yıldan uzun süre adalet aradı, kimlik aradı, mücadele birikimi topladı ve bu bir ayaklanmayla taçlandı. Kahramanlık dolu bu öz direniş neticesinde 44 örgüt kurduk Bunlarda biri iç kavgalarda üstün geldi. Ve işte bu parti yani Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) parti hakkında artık kamuoyunda konuşulan şudur:

DPS – Delyan – Pavel ve Sava Partisidir.

Bu adamlar kimdir ve bizim davamızla, mücadelemizle ne bağlantıları vardır?

Delyan – Bulgaristan’da çöreklenen yabancı ve yerli finans sermayesi oligarşisinin parlamentodaki temsilcisidir. İkinci defa HÖH- DPS milletvekili olan Delyan Peevski’dir.

Politikada ikili oynamayı, sağa bakıp sola vurmayı sever. Birkaç gazete sahibidir. Gazeteleri Bulgarca çıkar. HÖH-DPS partisi hakkında bir şey yazmaz, iktidar partisine destek olur.

O, Ahmet Doğan tarafından yetiştirilen 160 kilo, kalın enseli, hiçbir kimseyi umursamayan bir politik tiptir.Onun için geçerli olan değiş şudur: “Ahmet ağa, Delyan ağa, bu ineği kim sağa!?…”

 

Pavel –  Bulgar gizli siyasi polisi “DC” ajanlığına 1986’da soyunan Lütfü Mestan. Politik hayata ilk önce Mestanlı (Momçilgrad) Demokratik Güçler Birliği (CDC) üyesi olarak başladı. Kariyer heveslisi bir tiptir. Politik basamaklarda yükselme adına eşini ve partisini değiştirdi. Hak ve Özgürlükler Hareketi (DPS) Genel Başkanlığına 19 Ocak 2013 günü  8. kurultayında Ahmet Doğan’a kuru sıkı tabanca çekildiğinde yaşanan derin depresyon esnasında atandı. Lütfü Mestan partiye yeni kan getiremedi. 2 yıldan beri, HÖH-DPS partisi ile Ankara arasındaki limoni ilişkileri uyulmamaya çalışıyor. Bulgaristan Türk ve Müslümanlarının % 50’si son dönemde partiden yüz çevirdi. Parti tabanı da Roman mahallerine kaydırıldı. Partinin politik odakları da Deliorman, Gerlovo ve Rodoplar’dan Kuzey Batı Bulgaristan Roman muhitlerine kaydırıldı. L. Mestan Türkleri ve Pomakları yeniden saflarına kazanmak için hakim kamuoyundan etnik konuda ödün kopartmak istese de, devamlı tosluyor ve alternatif üretemiyor.

 

Sava – Bulgar gizli siyasi polisi “DC” ajanlığını 1982’de kabul etti. 1986 yılında Bulgaristanlı Türk ve Pomakların adalet ve demokrasi hareketini içinden dinamitlemek için aktif politik duruma getirildi. 12 ajanla birlikte Varna’da bir parti kurdu. Gizli servise ücretli ajanlık yaptı. 1986’da Bulgaristan Türkleri kan ağalarken o sivil polisten 9,086 leva müzevirlik, ajanlık, jurnalcilik, hainlik ve döneklik ücreti aldı. Aldığı paraların makbuzları ve harcama gerekçeleri dosyasındadır. (desebg.com)  bulabilirsiniz. Tüm kirli donları ipe serilmiştir. Asıl ismi Ahmet İsmailov Ahmedov’tur.  1990’dan sonra ismini beğenmeyip önce Medü Doğanov, ardından da Ahmet Doğan olarak değiştirmiştir. Sofya’da 3 kordonlu koruma altında, muhafazalı bir şehir dışı evinde konaklıyor. 9 yıldan beri insan arasına çıkmıyor. Becerili bir şekilde gerçekleştirdiği bir ödeve işaret ediyorum: Son 25 yılda Bulgaristan Türklerini öz haklarına ve özlemi uğruna kurban verdikleri özgürlüklerine bir santimetre yaklaşmalarına müsaade etmemiştir. Halkan tamamen kopmuştur. Halen HÖH-DPS “fahri” başkanıdır.

Bu üçlü Bulgar gizli devleti ve Bulgar kulisleri adına Bulgaristanlı Türkleri ve Pomakları oyalama ve ezerek güçsüz kılma mücadelesini yönetiyor. Yazıyı yazdığım saatlerde Ruse, Silistra ve Razgrat tütüncüleri Tuna köprüsü yolunu kesti. Haskovo hayvan bakıcıları ve tütüncüleri grev halindedir. Tütünler satın alınmıyor, mavi dil hastalığına yakalanan koyunlar telef oldu ne Brüksel’den ne de devletten yardım eli uzatan yok. Üreticiler ilaç sağlanmasında ısrar ediyor. Dava her gün dalga dalga genişliyor.

HÖH partisi kuruluş hedeflerinden saptırıldı. Üçlü lider takımı için sözüm şudur:

Şu politika işlerini bir adam bir yere kadar yaparsa, iki kişi de bir hamleye girişir, ama kişiler üç olunca iş yapılmaz! Durum budur.

Sözlerim Bulgaristan’daki genel durum için de geçerlidir.

Bulgaristan halkı yukarıdaki aslan ve geyik örneğinde anlatmaya çalıştığım üzere, KOŞUYOR OLMA DURUMUNDAN ÇIKARILDI. Halkımızın psikolojisi ve toplumsal düzen bozuldu. Yöneticiler de ruh çöküntüsü geçiriyor. Yerinde duran ve hiçbir iş yapmadan yardım bekleyen ve hayırseverlerin sunduğu nafakayla geçinmeye çalışan insanlar arasında birlik kurulamaz. Onlardan hayat kıvılcımı kalmamıştır. Yanacak enerji yoktur! Toplumu bu duruma getirip bir yana itenlerin gelecek hesapları boştur. Yöneticileri yiyip bitiren derde kurşun döksek savmaz, dua edilse Allah kabul etmez!

Dünkü gün Sofya Parlamento genel kurulunda büyük bir cümbüş yaşandı.

HÖH-DPS Genel Başkanı Nüfus Yasasında Değişiklik Yapılmasına İlişkin Yasa tasarısı sundu. Hedef eski kütüklerin açılması ve isimlerimizin mahkemeye başvurmadan devlet ve belediyeler eliyle değiştirildikleri şekilde iade edilmesidir. Halen 44 bin kişi eski isimlerini almadı. İkincisi, isimlerimiz değiştirileliden beri 55 bin kişimizin vefat etmiş olmasıdır. Devletin Türk isimlerimizi bir meclis kararına dayanarak bu şekilde geri vermesi ve kütüklerin yeniden işlenmesi, şu anda Almanya’da, Kanada’, Hollanda ve Avustralya’da ve başka ülkelerde yaşayan yurttaşlarımız için de büyük bir kolaylık olacaktır. Bu işten mahkemelerde sürünmek istemeyen soydaşlarımız da yararlanacaktır. Çok güzel de biraz değil çok geç kalındığı hemen anlaşıldı.  Tasarıya tepkiler bütün meclisi birleştirdi ve il soru şu oldu:

Neden iktidarda olduğunuz dönemde bunu yapmadığımız?”

Bu soruyu soranlar haklıdır. Çünkü son 25 yılda HÖH-DPS partisi Sosyalist Parti (BSP) ile birlikte 2 defa ve toplam 4 defa, ktidar ortağı oldu. Bu sorun Prof. Lüben Berov hükümeti ya da II. Simyon’un başbakanlığı dönemlerinde çözülebilirdi. Fakat o yıllarda bu konu gündeme getirilmedi. Neden mi? Çünkü artık iç işten geçti. Bulgaristan’da adalet ve demokrasi ateşi söndü gibi. Bugün Bulgar toplumunu (adalet yolunda) elektriklendirme, seferber etme ve ayağa kaldırma imkânsız gibi. Toplum umutlarını yitirdi. Bu iş artık ölmüş eşeğin nallarını sökmeye benzedi. Olsa iyi olur da, olamaz aşamasına girdi. Çünkü Bulgar toplumunun Lütfü’ye Ahmet’te (Delyan, Sava ve Pavel’e) neredeyse artık hiç ihtiyacı kalmadı.

Onların pasifliği ve yardımıyla öfke toplumu ikiye böldü ve su yatağını buldu.

Toplum ajanlardan arınmak istiyor. Arınırken de olup biteni onların üstüne yıkmaya çalışıyor. Bu gidişle HÖH-DPS partisinin irmik helvasını dağıtmaya heveslenenler çoğalıyor.

Sözlerim, eşek kendi semerini kendisi taşır anlamındadır. Bizim eşeğin sırtında semer yok.

“Bulgar etnik modeli” çöktü. HÖH partisi Türklerden ve Müslümanlardan koptu. Yani işi bitti…

Toplum isim değiştirme ve komünist zulüm aygıtını ise bir süre deha içinde yaşatmak, korumak ve ona sığınmak istiyor. “Ortaköy” barajı gibi akmak ve içini boşaltırken arınmak istemiyor. Şu dönemde bunu yaparsa ödün vermiş ve geri adım atmış olacak duygularına teslim olmuşluk var. Ne yazık ki,  Bulgaristan’da yağmurlar ve seller henüz ancak ve yalnız doğanın çöpünü denizlere taşıyor. Toplumun içindeki çöküşün tortusu toplumu hala ısıttığı için, kimse onu çöpe akıtmak istemiyor. Gerilemek istemiyorlar. Türklerin ve Müslümanların bu yeni dile gelen isteğini kabul etmiş olsalar, kendilerini gerilemiş hissedecekler, nu nedenle ayaklarındaki eski kunduralara sağlam basmaya çalışıyorlar. İnsanlar, ne yazık ki, kokuşmuş ilişkilere alıştılar, kapılarına getirilen yardım poşetleriyle yetinirken iyi komşuluk ve hoşgörümüzü aramaz oldular.

Arda boyu serindir,

Fadime bize gelindir, türkümüzü huzurlu söyleyebilmemize daha zaman var.

Okuduğunuz için teşekkür ederim tüm okuyucularımıza ve beni arayıp tebrık eden dostlara buradan tekrar teşekkür ediyor ve saygılar sunuyorum,

rafet-uluturk

Reklamlar